Özgür Yaşam Devrimi Kendinde Gerçekleştirmektir – Ulaş Bayraktaroğlu

2403

İnsan yaşamı debisi yüksek bir nehir gibidir. Yaşamın akışı iradenin hedeflediği varış noktaları ve seçtiği yöne bağlı olarak bazı nitelikler kazanır. Bu duruma bağlı olarak içinde ilerlenen ortam da kişiyi etkiler ve biçimlendirir. Bir kişi esas olarak, ancak içinde bulunduğu ortamın bir parçası olarak, diğer insanlar tarafından derinlikli değerlendirilebilir. Fakat kişinin diğer insanlarla kurduğu ilişkiler maddi çevresel şartlardan çok daha fazla onu ve kişiliğini etkiler. Evrende bilebildiğimiz tikeli esas alan bir perspektife bağlı olarak en az bahsedilebilecek şey insandır. Klan, komün, toplum, örgütlenme, ilişki kavramlarıyla soyut bir tek insanı tarif etmek mümkün değildir. Herhangi bir insanı ele almak, analiz etmeye çalışmak da bir tür ilişkilenme biçimidir.

Toplumun üretici güçlerin gelişmişliği ve üretim ilişkilerinin biçimine göre sınıflara bölündüğü tarihsel andan itibaren insandan her bahsettiğimiz anda sınıftan bahsetmiş oluruz. Sınıflardan bahsettiğimiz anda ise toplumun kendisinden bahsetmiş oluruz. Her sınıf karşıtıyla tarif edilebilir. Ancak köle-efendi, serf-feodal, proletarya-burjuvazi diyalektiğinde ele alınabilir. Bu nedenle her ne kadar bahsedeceğimiz emekçi sınıfların yaşamı olsa da aynı zamanda ezen ve sömüren sınıfların yaşamı da olacaktır. Devrimci kararkter ve yaşamı ele alırken karşıdevrimci karakter ve yaşamı da ele almak zorundayız. Gerici iktidar kültürü kendi sınıfsal sınırları içinde kalsaydı iktidar gücünün ömrü ancak saman alevi kadar olabilirdi.

Devrimci karakter ancak yaşam biçiminin bir ürünü olarak gerçekleşebilir. Yaşanmış olan tarihin belli bir gelecek perspektifine bağlı olarak değerlendirilmesi ve andaki insanı yaratan duruş-üretici eylemler bütünlüğü onu toplumun kaderini etkileyebildiği oranda yaratır. İnsanın, bu anlamda olumlu geçmişi andaki devrimci duruşuyla uyumlu değilse ya da toplumsal devrimci durumu desteklemiyorsa artık ona ait bir değer değildir. Bu anlamıyla devrimci mücadele tarihi hiçbir şekilde miras olarak varlığını sürdüremez. Miras kavramı böyle bir kullanımla hareketsizliğe, bir tür statükocu parazitvari birikime denk düşer. Tersine gerçek tarihsel değerler canlıdır ve hareketlidir. Sürdürüldükleri oranda devamcılarıyla beraber yaşarlar ve güçlenirler.

Bu nedenle tarihin bir anında devrim için mücadele etmek ve sonra vazgeçmek, bu yoldan dönmek insanın tüm değerlerini ve maneviyatını kaybetmesinden başka bir şey değildir. Belli bir bilinç düzeyine sahip insan için bu durumun hiçbir dışsal bahanesi yoktur. Devrimci yaşamdan vazgeçmenin-yenildik tarzında vaaz vermenin tek sorumlusu aidiyetini, ideolojikleşmesini, inancını yitiren insanın kendisidir.

İnsan özdeşleştiği halkına, doğasına, memleketine, dünyasına yabancılaşır ve gerçeği düşünmeyi bırakırsa inancını (daha doğrusu kendine olan inancını) yitirir ve ait olduğu tüm hakikatten kopar. İktidar güçlerininin, ezilenlerin-sömürülenlerin tam da istediği insanın bu duruma düşmesidir. Asalak bir azınlık “siz hiçbir şeysiniz, bizim iktidar düzenimize bağımlısınız, toprak, su, hava… ürettiğiniz her şey ve varlığınız bize ait” hipotezini savunarak saldırmaktadır. Kapitalist düzenin günümüzde hâlâ egemenliğini sürdürüyor olması bu asalak azınlığın muvaffak olduğunu göstermektedir. Bu durum çoğuınluğun azınlık, güçlünün güçsüz, her şeyi üretenlerin hiçbir şeyi üretmeyenler tarafından boyuduruk altına alınmasıyla mümkün olmaktadır. Özgür yaşamın bu şekilde yitirilmesinin temel nedenlerinden biri insanların aidiyet duygusunu yitirmeleridir. İnsanın topluma, ürettiklerine, doğaya ve kendisine yabancılaşması hiç dibine varılmayan bir kuyuya düşmeye devam ederek “yaşamak” gibidir. Bu hale yaşamak denirse!

Topluma, doğaya, ürettiklerine ve kendine dışsal bir unsur olarak yaşamaya devam etmek mümkün değildir. Bu noktada köle içeriğinin ortaya çıktığı, müptezel ilişkilerin gittikçe çürüyen, hiçleşen insanlığın yenilmişliği durumu oluşur. Böyle bir insan ruhu artık çaresizlik bataklığının düşkün canavarı haline gelir. Bu canavar insanı mümkün kılan maneviyatla beslenir ve sonunda onu yer, bitirir. Devrimci karakter işçi sınıfına, halka, doğaya, yaşadığımız memlekete ve dünyaya sınırsız bir bağlılık ve özdeşleşme olmaksızın nitelendirilemez. Ezen ve ezilen, sömüren ve sömürülen arasındaki birinci/temel ideolojik savaşım burada başlamaktadır. Kişi memleketin, dünyanın, doğanın, işçi sınıfının ve halkın kendisi olduğunu bilince çıkartarak devrimcileşebilir. İnsanın kendisi olduğu her şeyi savunmak için sahip olduğu her şeyi feda etmesi az gelir. Bu yolda yaşanacak olan tüm güzel günleri de ortaya koymak gerekir. Böyle bir özgürlük tutkusu yenilemez, kaçınılmaz olarak zafer gücü ortaya çıkar. İktidar güçleri, sömürücü azınlık hiçbir yönden ve şekilde insanlığa, doğaya, memlekete ve dünyaya ait değildirler ve mutlaka yaratmış oldukları çürüyen toplumsal düzenle beraber yok olacaktır.

İktidar gücünün varlığı insanlar arasındaki eşitliğin mümkün olduğunca bozulmasına bağlıdır. Burjuvazi kendini proletaryadan ve ezilenlerden üstün gördüğü gibi ezdiği ve sömürdüğü insanların da birbirini aşağılaması için çaba sarf etmektedir. Karşıdevrimci karanlık, eşitsizliklerin topluma bir bulaşıcı hastalık gibi yayılmasıyla hakim olmaktadır. Sınıflariçi hiyerarşiler, mezhepler, inançlar, etnisiteler, cinsiyetler arası ezme, sömürü ve çatışmaların yaratılması bu nedenledir. AKP-IŞİD faşizmi bir yönüyle sistemin siyasal krizinin bir ürünü olarak korunma refleksi ile ve iktidarlaşma amacıyla açık saldırganlığını artırarak bu konuyla ilgili açıklayıcı örnekler sunmaktadır. Faşist parti ve onun kontrolündeki sermaye grupları büyük yapıların inşası vasıtasıyla inşaat sektöründen yüksek kârlar elde etmektedir. Aynı zamanda inşaat sektöründeki bu kârlı yatırımlarının bazılarına kendi ritüellerini oluşturmak amacıyla anıtsal içerik kazandırmaya çalışmaktadır. Üçüncü Köprü faşizm için iktisadi açıdan kârlı olduğu kadar ritüellerini geliştirmek için uygun bir anıtsal yapıdır. Üçüncü Köprü‘ye AKP’nin ısrarla tescilli bir Alevi katili olan Yavuz Sultan Selim’in adını vermesi bilinçli bir ayrıştırma politikasının ürünüdür. Bu adlandırmayla Aleviler dışlanmış ve aşağılanmış, katliamla tehdit edilmiş olmakta Sünni kesim ise Alevilere düşmanlaşmaktadır.

Başfaşist Erdoğan’ın söyleminde Alevilik sadece Alevileri sevenlerin oluşturduğu bir alt-kültürel özellikken Sünni Müslümanlık tek meşru inanış ve dindir. Başfaşist bir cemevine rahatlıkla ucube diyerek küfretme saygısızlığını gösterirken tek kutsal mekan olarak camileri işaret etmektedir. Bu bağlamda AKP-IŞİD faşizminin açık Alevi düşmanlığı yaptığını tespit edebiliriz. Fakat esas gözden kaçırılmaması gereken nokta faşizmin Alevilere düşmanlık üzerinden Sünnileri kendisine kul köle yapmaya çalışmasıdır.

Sünni müslümanlar AKP-IŞİD faşizminden Alevilerden daha az zarar görmemektedir. Soma ve benzeri iş cinayetlerinde katledilen işçilerin, kadın cinayetlerine kurban gidenlerin, sömürgeci ordu saflarında savaşta ölenlerin çoğunluğu Alevi değildir. Yoksulluk, açlık, işsizlik, kötü yaşam koşulları sadece Alevilerin sorunu değildir.

Sünni müslüman kesimler iktidar gücüne biat ederek kendi sınıf düşmanlarına, katillerine tapmakta ve güç vermektedirler. Biat kültürü insanın kimliğini yok ederken onu bir güce sığınmaya mecbur eder. Ait olduğu topluluğun dayanışmacı, paylaşımcı, komün kültürünün yerini rekabet, riyakârlık, menfaatçiliğe dayalı bağımlılık ilişkileri alır. Bu doğrultuda örülen hiyerarşik ağlar tüm toplumsal ilişkilerde en gerici tüccar yaklaşımını üretir. Faşizmin kitle tabanı olarak yığınlaşma insanların nesneleşmesinden başka bir şey değildir. Statükocu, üretemeyen, tutarsız karşıdevrimci karakter böyle bir ortamın ürünü olarak ortaya çıkar.

Dünyada yaşayan insanların sayısı kadar farklı karakter olduğu doğrudur. Bununla birlikte amacına (ya da amaçsızlığına) ve sınıfsal konumuna bağlı olarak iki karşıt karakter zemininden bahsedebiliriz: burjuvazinin kendini çeşitlendirdiği gerici-karşıdevrimci karakter zemini ve devrimci proletaryanın sürekli yeni yaşamsal üretimler sunduğu devrimci karakter zemini. Burjuvazi kendini üreten insanı yaratmaz, çünkü doğası gereği monolitik ve statükocudur. İnsanın kendini üretmesi özgürleşmesini sağlar ve insan özgürleştikçe karakterler arasında çeşitlilik artar. Birçok iktisadi ve başka sosyal etkinin yanı sıra çeşitlilik de toplumsallaşmayı artırır. Toplumsallaşma -bir diğer deyişle insanlaşma- burjuvazinin çıkarına uygun değildir. Toplumsallaşma daha ileri bir örgütlenme ve özgürlük gücünün açığa çıkmasının zeminidir.

Toplumun Savunulması

Toplum ile sürünün farkını açıklamadan insanı -ulaşılan bir düzey olarak- kavramak mümkün değildir. Öncelikle farkı belirleyebilmek için ortak yönlerini irdelememiz gerekir: her ikisi de doğada süren yaşam mücadelesinde çeşitli oranlarda organizasyonlar yaratarak tekil olanı güçlendirir. Bu açıdan yaşamsal, temel içgüdülerin giderilmesine yöneliktirler. Tekil olanla grup arasında kendi öznelliklerine ve içinde bulundukları şartlara göre ilişkiler üretirler. Hem grup hem de tekil birbiriyle ve çevresiyle farklı oranlarda ve muhtevalarda olsa da iletişim kurarak sürüleşir yahut toplumsallaşır.

Canlı türü olarak sürü yaşantısından toplum olmaya geçişimiz yüzbinlerce yıl sürdü. Sürüden topluma geçiş aşamalarını bıçakla kesilmiş gibi net ayrım sınırlamalarıyla ele almak doğru değildir. Hatta bu geçiş mücadelesinin bir oranda hâlâ sürdüğünden de bahsedebiliriz. İnsanın en uzun süren yaşam biçimi evresi sürü hâlidir. Toplum olmanın sürüye baskın olduğu en uzun süren toplumsal hâl evresi ise ilksel komünal yaşamdır. Sınıfların, devletin ortaya çıkışı, komünün etkinliğini yitirmesi, toplumun/insanın darbelenmesi ve gerilemesidir. Sınıflı toplumlar asalak azınlığın üreten çoğunluğu sürü yaşamına mahkum edebilmesiyle mümkün olmuştur. Egemen sınıflar yaklaşık beş bin yıldır insanlığın genel olarak yaşamakta olduğu topluma uygar nitelendirmesi yapsa da hiçbir propaganda insanın insana yok edici bir eylem ve örgütlenme içinde olduğu gerçeğinin üzerini örtemez.

Sürü döneminde türümüzün bu oranda birbirine karşı yok edici olabilecek ne imkanı, gücü ne de düşünce üretme kabiliyeti yoktu. Sürü şeklinde örgütlenmenin hayatta kalmaya yönelik faaliyetler ve yaşam tarzı edinmek üzere iki işlevinden bahsedebiliriz. Bu dönem için hiç şüpheye yer bırakmayacak şekilde belirleyebiliriz: “Yaşamı belirleyen bilinç değildir; bilinci belirleyen yaşamdır.” (Karl Marx-Friedrich Engels, Alman İdeolojisi)

Bilinç yaşama dahil olmadan toplum olmaktan söz edemeyiz. Bu tespit yukarıda belirlediğimiz maddi koşulların etkenlik durumunu değiştirmez. Tersine hakikatin gidişatına bilinç yeni bir etken olarak katılır. Bilinç insanın kendisiyle beraber çevresini anlamlandırma çabası olarak ortaya çıkmaktadır. Düşünme eylemi böyle bir çabaysa sonuç olarak üretilen düşünceler insanla çevre arasındaki ilişkileri oluşturan bağlardır. İdeolojikleşme ise bütünsel ilişkiler örüntüsüdür. Düşünceler bir ağın fanyalarının her biri, ideolojikleşme ağın kendisidir. İdeolojikleşme deniz gibi hareketli bir alanda(insanın parçası olduğu tüm çevre) sınırları ve sınırların ötesini ayırmaktadır. Althusser ideolojinin “üzerinde toplumsalın baskın olmasıyla bilimden ayrıldığını” (Louis Althusser, Kapitali Okuma, sf. 280) belirtirken bu durumun ideolojinin yanlışlığından kaynaklanmadığını tespit etmektedir. İdeoloji toplumsallaşmanın zeminini üretir. Toplum da var olabilmek için ideolojiye ihtiyaç duymaktadır.

Bir bebek doğduğu zaman boş bir hafıza deposuna ve her şeyi öğrenebilecek primitif fakat güçlü bir işletim sistemine sahiptir. Diyalektik bir bütünlükle gittikçe hafızası dolar, işletim sistemi çok yönlü yapılanır ve karakteri oluşur. Örneğin Amerika’da doğan bir bebek Çin’de büyütülürse karakter zemini ve kültür açısından diğer Çinlilerden bir farkı olmaz. Yeni doğmuş bir bebeğin ruh ve kültür içeriğinin doğduğu yerle bir alakası yoktur. Bu konuyla ilgili olarak genetik faktör bilimsel sonuçlar çıkartma çalışmasında ihmal edilebilecek kadar ufak bir etkendir.

Bebeğin biçimlenişi sadece kendi büyüdüğü topluma ve bebeklikten çıktıkça temasa geçtiği kişilere bağlıdır. Parçası olduğu toplumun bir ürünü olarak aile, kendisine bağlı olduğu yavrunun ruhunu ve maneviyatını etkiler. Bebeğin bağımlılıktan gittikçe kurtulması onun tüm toplumla etkileşimini gittikçe artırır. İnsanın içinde büyüdüğü ve yaşadığı toplumun başka toplumlarla iletişimi, teması ve bir oranda kaynaşması söz konusuysa aynı doğrultuda bireyin de dışla etkileşim olanakları oluşur. Bahsettiğimiz ortamlar ve ilişkiler düşünce üretiminin kaynağıdır.

Toplumla düşüncenin ilişkisi maddeyle insan ilişkisinden başka bir şey değildir. Toplumsallaşmayla maddi koşulların reaksiyonundan düşünce üretimi gerçekleşmektedir. Bu tepkimenin karşılığı toplumun maddi koşulların ürünü olarak belirmesidir. Düşünce tepkimenin iki tarafında da belirir. Hem toplumun ürünü hem de toplumu üretendir. Bu işleyişin mekanizmasını doğru irdelemek gerekmektedir. Şöyle ki belli maddi şartlar altında toplum insana ruhunu üfler ve insan kendi iradesiyle bu ruhu biçimlendirerek karakterini edinir.

İnsan tarafından inşa edilen karakteri, onu etkileyen maddi koşullarda belli amaçlara dönük olarak, toplumu etkiler ve değiştirir. Bu mekanizma tarzı ve örgütlenmesiyle yaşama sanatıdır. Sadece insan için geçerli olan biyoloji hayatta kalma mücadelesi olsaydı ne yaşamak sanata ne de sürü topluma dönüşebilirdi. Yoksa doğada hayatta kalabilmek için insandan daha çok donanımlı ve biyolojik olarak güçlü hayvanlar olduğu biliniyor. Toplumsal örgütlenme ve düşünme eylemi olmadan insanın birçok avcı hayvan karşısında aciz olduğu bilinmektedir. Düşünme eylemi kavramıyla altyapıyla üstyapı ilişkilerinin birbirini etkilediği ve ekonomik yapının maddi koşulların esas belirleyeni olduğunu anlatmaya çalışıyoruz. Kalın hatlarıyla maddi üretim tüm sonuçlarıyla düşünme eyleminin kendisidir.

Toplum varoluş özünü özgürleşme amacıyla gerçekleştirebilir. Özgürlük amacına bağlı olarak düşünme eylemi ortaya çıkar. Tarihi birçok açıdan çeşitli sınıflandırmalara tabi tutabiliriz: sınıflı-sınıfsız toplumlar, barbarlık-yabanıllık vb., paleolitik-mezolitik-neolitik… Biz ele aldığımız konu özelinde tarihi sürü ve toplum aşamaları olarak ikiye ayırmayı tercih ediyoruz. İdeolojinin maddi koşulları ve tüm hayatı etkileyen bir unsur olarak etkinlik kazanması sürüden topluma geçişin sebebi ve sonucudur.

Sürü döneminde ağırlıklı olarak insana ruhunu doğa kazandırıyordu. (Bizim sınıflandırmamıza uygun olmasa da bazı düşünürler doğal toplum, doğal halklar kavramını kullanmaktadır.) John Locke insanların doğal durumunda doğal özgürlükleri ve hakları olduğunu kabul etmekte fakat bunların güvende olmadığını belirtmektedir. Locke’a göre mülkiyet ve yorum hakkı insanlar arasında oluşturulan bir sözleşme ile ve bu sözleşmeyi uygulayacak bir devletle korunabilir. Bütün bu sonuçların oluşması için insanların rızası esastır. Rıza olmadığı koşullarda devlete, yönetime karşı insanların isyan hakkının doğduğunu belirtmektedir. Locke güvenlik, güvensizlik ve çatışma sorunlarının kökenine inmediğinden olumsuzlayarak sınıfların, mülkiyetin ve devletin egemen olduğu toplumu insanlığın önüne çare olarak koymaktadır. Rousseau ise doğal insanın köleye dönüşmesini bir oranda yaptığı sınıfsal analizlerle izah etmektedir:

“Aristotales… İnsanların hiçbir biçimde doğal olarak eşit olmadıklarını, ama kimilerinin kölelik için, başkalarının efendilik için doğduklarını söylemişti.

Aristotales haklıydı; ama etkiyi neden yerine aldı? Hiçbir şey kölelikten doğan her insanın kölelik için doğmasından daha pekin olamaz. Köleler zincirlerinde her şeylerini, giderek onlardan kurtulma isteğini bile yitirirler; köleliklerini sever olurlar, tıpkı Odysseus’un yoldaşlarının kendi hayvanlıklarını sevmeleri gibi. Eğer doğal olarak köleler varsa bunun nedeni doğaya aykırı kölelerin olmuş olmasıdır. Zor ilk köleleri yaptı; korkaklıkları durumu sürdürdü.” (J.J. Rousseau, Toplumsal Sözleşme)

Rousseau’nun bu belirlemeleri doğrudur. Belirlemelerini sözleşmeye bağlı olarak özgürlüğün yadsınamayacak bir şey olduğunu ve olabilecek en iyi çözümün “halkın uyduğu yasaların aynı zamanda yaratıcısı olması” gerektiğini belirtmiştir. Gerçek demokrasiyi ideal toplum olarak belirtirken böyle bir topluma ulaşılamayacağı hipotezini öne sürmüştür. Rousseau’nun hakkını yememek lazım, gerçek demokrasiye ulaşma çabasını olumlamaktadır. Marx ise gerçek demokrasinin-komünist toplumun insanlığın varması gereken zorunlu hedef olduğunu tespit etmiştir. Rousseau kendisini ütopyasıyla sınırlandırırken Marx hakikate sıkı sıkıya bağlı bir şekilde toplumsal gidişatın diyalektiğini çözümlemiştir.

Marx’ın yolunda devlete övgü, devletin yüceltilmesi yoktur. Marx’ta devlet olmayan devlet, yok edilmesi gereken devlet vardır. Marx’ın düşüncesi komüne sadece övgü değil komüne bağlılıktır. Niyetleri bir yana Rousseau’nun veya benzeri yaklaşımların rızaya, herkese eşit davranmaya dayalı devlet önermesi, yalanın, sahtekârlığın ve zorun örgütlü halinin özgürlüğe ikame edilmesinden başka bir şey değildir. Bu bakış açısıyla ideoloji hiçe sayılmakta, toplumsal ve maddi olan içeriği yadsınmaktadır. Tersi de olabileceği gibi insan ancak düşünerek özgürleşebilir ve özgürleşerek düşünebilir.

Düşünme Eylemi

Günümüzde insanlık büyük bir çoğunluğun memnun olmadığı dünya çapında hakim karanlık bir düzenin boyunduruğu altında yaşamaktadır. Burada memnun olmamak, mutlu olmamak onaylamamak anlamında kullanılmaktadır. Karanlığı yenebilmek, yok edebilmek için memnun olmamanın ötesinde kabul etmemek, karşı koymak gereklidir. Karşı koymak direniş, diğer yönüyle kendi varlığını tereddütsüz savunma geleneğidir. Komün gücü bu geleneğin potansiyel enerji ve var olan, ortaya çıkarılması gereken zemini; özgürlük gücü harekete geçmiş halini ifade eder. Komün gücünün inşası ve özgürlük gücünün eylemi birbirini besleyerek üreten devrimci mücadelenin bütünüdür.

Düşmanın otoritesini, hakimiyetini kabul etmemek devrimci savaşa başlamanın ön şartıdır. Bu nedenle her daim zulmü kabul etmemeyi yaşam biçimi haline getirmek suretiyle özgürlük gücü olunabilir. Özgürlük gücü olmak insanın yaşamını ve benliğini devrimci savaşın örgütlenmesine vakfetmesi ve her tür gereğine hazır halde bulundurmasıdır. Böylece devrimci savaş örgütü düşmanın işçi sınıfı ve ezilenlere karşı her türlü saldırısını yanıtlayabilecektir.

Burjuvazi iktidarda olduğu sürece halka saldırısı hiçbir zaman durmaz. Faşist iktidar söz konusu olduğunda bu saldırılar katmerlenerek çoğalır. Faşist saldırganlıkla işçi sınıfının ve halkın bastırılması esas yöntem haline gelir. Şiddeti ve yoğunluğu gittikçe artan düşman saldırılarını durdurmanın yegâne yolu devrimci savaş stratejisinin değişmez unsuru kesintisiz devrimci taarruzdur.

Kesintisiz savaşım sadece pratik savaş alanına indirgenemez. Savaşın pratik kadar önemli bir yönü ve alanı ideolojik mücadeledir. Sınıflar savaşımında devrimci proletarya nasıl insan bilincinin işleyişi gereği her yerdeyse burjuva düşman da her yerdedir. İki taraf da her iki tarafta olan birçoklarının düşündüğünün tersine birbirine çok yakındır. Bu nedenle sürekli kendi gerici yönlerimize, kendi içimizdeki düşmana karşı savaş verdiğimiz unutulmamalıdır. Özgürlük gücü kendinde devrimle toplumsal devrimin geçmiş, an ve gelecek diyalektiğinde bütünleştiği komünal yaşam pratiğinin savunulmasıdır. Dolayısıyla devrimci karakter kendi karanlığıyla varlık yokluk savaşına girmek için gözünü kırpmamalı ve özgürleşmesinin önündeki tüm engelleri yıkıp geçmelidir.

Özgürlük gücü kendini devrimci karakterde var eder. Devrimci karakter bir çiçekse özgürlük gücü onun yetişebileceği en verimli topraktır. Özgürlük gücü ile devrimci savaşçı arasında bağımlılık(müptezellik) değil, bağlılık ilişkisi vardır. Özgürlük gücü ile işçi sınıfı ve halklar arasında sadece bağlılık ilişkisi değil, daha ötesinde özdeşleşme eyleminin birliği gerçekleşir. Özgürlük gücünün var oluş amacı devrimci savaş, ideoloji ve maneviyat üretimidir. Özgürlük savaşçılarının iradeleriyle sahip çıktıkları en önemli görev halka ve birbirine inanç-güvenmek ve devrim hedefi doğrultusunda şaşmaz bir şekilde ilerleyerek tüm yeteneklerini, enerjilerini ve sahip oldukları her şeyi ortaya koyarak insanı insan yapan değerleri yaratmak ve değerlere sahip çıkmaktır. Zulmün halkın üzerine çöktüğü her yerde karanlığa karşı tereddütsüzce savaşmak, “mazluma can vermek” özgürlük güçlerinin üslubudur. Mücadelenin her alanında hiç durmadan öğrenme faaliyetini gerçekleştirmek özgürlük güçlerinin düsturudur. Bütün planları ve hareketleri düşmanı yenmeyi ve yok etmeyi amaçlamaktadır. Düşmanı yenmekle özgür yaşamı inşa etmek birbirinden ayrılmaz görevlerdir. Özgürlük güçleri hiçbir nedenle komünü örgütlemekten, savunmaktan geri durmazlar. Değişmekte olan her koşula karşı devrim hedefinden sapmadan yenilenmek-güçlenmek becerisini göstermek esastır. Özgürlük güçleri düşünce ve iradesini eylemle, eylemlerini de düşünsel faaliyetleriyle sınar. Düşüncesini pratikte gerçekleştirdiği oranda işçi sınıfı ve halkla devrimci doğrultuda ilişki kurar.

Devrimci karakter iradesini esas olarak savaş alanında sınayabilir. Savaş alanında sınanan irade düşünce eyleminin gerçekleşmesidir. Bilindiği gibi düşünme eylemi en üretken hallerinden birini öğrenme faaliyeti esnasında edinir. Yetenekli, akıllı, güçlü bir düşman özgürlük güçlerinin en iyi öğretmenidir. Savaşın en yoğun anları özgürlük güçlerinin edinebileceği en iyi derslerle doludur. Planlama ve planları hayata geçirme yeteneği bu anlarda yüksek oranda gelişme fırsatı bulur.

Savaşmayı özgürlük güçlerinin keyfi bir şekilde tercih etmediği, zorunda kaldığı doğrudur. Fakat bu durum işçi sınıfının ve halkların kurtuluşu için en mükemmel şekilde savaşması gerektiğini değiştirmez. İnsanın insanla savaşına karşı savaş (savaşı ortadan kaldırmak için savaş) hiç kuşkusuz sömürme ve ezilme ilişkileri ortaya çıktığından beri süren en eski ve en çetin varlık yokluk mücadelesidir.

Özgürlük güçleri kendini devrimci işçi sınıfından ve halklardan ayrı görmez. Toplumun ürünü olduğunun ve kendi devrimci faaliyeti sonucunda özgür, eşit, adil toplumun bir ürün olarak ortaya çıkacağını bilir. İşçi sınıfının, halkların, kadınların, gençlerin, tüm ezilenlerin özünde bulunan potansiyel devrimci enerji özgürlük güçlerinin özgücüdür. Komünarlar özgücüne güvenerek ve dayanarak hareket etmeyi esas alır.

Devrimci Kültür Savaşı

Devrimin zaferi sadece karşıdevrimci silahlı kuvvetlerin devrimci kuvvetlerce yenilmesiyle elde edilmez. Bu durum bir sonuçtur. Gericilik tüm baskı, zor aygıt ve araçlarıyla halkın karşısında durduğu gibi arasındaki ilişkilerde ve zihinlerde de bulunmaktadır. Bir yönüyle toplumun bir ürünü ve bağlaşığı olarak devrimci saflar bu durumdan azade değildir. Devrimci niteliğini kazanabilmek burjuva ideolojisine ve antikültürüne karşı zorlu ve tavizsiz bir savaşı gerektirir. Çünkü insan kendindeki ve en yakınındakilerdeki gericilikleri hedef almak zorunda kalacaktır. Gericiliği hedef alırken insan kendine liberal davranırsa devrimciliğini kaybetmeye başlar. Aynı şekilde yoldaşlarına karşı gericilikle mücadelede müsamahakâr ve liberal davranırsa hem kendinin hem de onların devrimciliğini erozyona uğratır. Devrimci özü yaşamda gerçekleştiren özgürlük savaşçısı kendisinin ve yoldaşlarının gericiliklerini yok etmek için tüm olanaklarını seferber eder. Devrimci kültür savaşı iktidar gücüyle ve onun iktisadi, sosyal tüm kurumlarıyla insanın kendini aşma, yaratma doğrultusunda mücadelesidir. Bu mücadelenin ilk aşamasında öne çıkan görev burjuva düzeninden tümüyle kopuşu gerçekleştirmektir. İkinci aşamanın esas yönelimi burjuva yaşama ve anti-kültürüne saldırıdır. Üçüncü aşamanın hedefi komün kültürünün ortaya çıkarılması ve inşasıdır. Bu üç aşamanın öne çıkan, belirttiğimiz özelleşmiş tüm görevleri diyalektik bir bütünlükle her aşamada ifa edilir. Dolayısıyla devrimci kültür savaşının aşamaları kesişim kümeleri yaratır…

Bu yazı kapsamında ayrıntılandırmamız gereken sömürü, baskı sisteminden kopuş olan ilk aşamadır. Bu amaç doğrultusunda ilk önce savaşmakta olduğumuz gericiliği ve çeşitlerini doğru tanımlamamız, tanımamız gerekir. Burjuva gericiliğinin bazı temel kategorileri şunlardır:

Doğaya saygısızlık

İnsan ve diğer canlılar bir şekilde doğadan yaşamak için ihtiyaç duydukları şeyleri edinirler. Canlıların hareketinin doğal ve zorunlu eğilimi budur. Genel olarak üreticinin doğa, tüketicinin insan olduğu ilksel dönemde belli bir bilinç düzeyinde ihtiyaçların elde edildiği kaynakların korunması esastı. Bununla birlikte insan doğal kaynaklara zarar verebilecek kapasitede bir üretici güç değildi. Elbette ilksel topluluklar döneminde muhtaç olunan doğal kaynaklar ve onların üretim diyalektiği bir şekilde tahrip olsaydı insan türünün varlığını sürdürebilmesi mümkün olmazdı. Bu nedenle ilksel komünal toplayıcı ağacın ya da bitkinin yaşamının sürekliliğine zarar vermeyecek şekilde onlardan ihtiyacı kadar alıyordu. Avcı av hayvanlarının yeniden üremesini engellemeyecek biçimde avlanıyordu. İnsanın doğaya saygısı bahsettiğimiz maddi koşullardan kaynaklanıyordu. Yaşamı sürdürebilmenin zorunlu davranışları onbinlerce yıldır kültür haline dönüşmüştür. İnsanın en eski kültürel özelliklerinden biri olan doğaya saygı ve doğayı sevme, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet ve sınıflı toplum ortaya çıktığı andan itibaren bozulmaya başlamıştır. Doğanın ürünlerine sahip olabilen insan doğayı da mülk edinebileceği yanılgısına kapılmıştır. Doğaya saygısızlık eden gerici karakterin özellikleri şunlardır:

a. Doğanın sunduğu ortamlardan ve onun hareketlerinden mutlu olmaz.

b. Yapay ve kolaycı bir yaşam tarzı bağımlısıdır.

c. Ruhuyla bedeni barışık değildir. Ruh-beden diyalektiği yoktur.

d. Doğayı üretici özne olarak değil, sömürülecek bir nesne, kaynak olarak görür.

e. Kendisinin doğanın bir parçası olduğunu kabul etmez. Kendisini doğanın hakimi sanır.

f. Doğayı tahrip eder, doğal canlılara(gücü yettiğine) zarar verir.

Mülkiyetçilik

İnsanın insanı sömürmesi ve iktidarın ortaya çıkışıyla, mülkiyetçilik anti-kültür olarak ortaya çıkmıştır. Mülkiyetçiliğin yayılması insanlığın bilincinde giderek metaların kullanım değerinin değil değişim değerinin önem kazanmasına neden olmuştur. Böylece tüm metaların iktidar gücünün hizmetine girmesinin önü açılmıştır. Meta insanın yaşamak için gereksinimi olan şeyden iktidar kurmak için gereksinimi olan şeye dönmüştür. Para denen karanlık meta da bu değişim değerinin ve onun hareket zorunluluğunun ürünüdür. Bir toplumda güvensizlik arttıkça paranın önemi de doğru orantılı olarak artar. Para geçerli güven unsuru(güvensizlik unsuru) oldukça sömürücü sınıflar olarak adlandırılan hırsızlar organizasyonunun yarattığı çark daha iyi işler. Bu noktada gerçek hırsızın kim olduğunu açıklamamız gerekiyor: Hırsız aç kaldığı için bir somun ekmek çalan ve benzeri kişiler değildir. Kendileri üretmediği halde metaları bir şekilde mülk edinen asalak sınıfların(efendiler, feodaller, burjuvalar) mensupları hırsızdır. Böyle bir soygun düzenine hizmet ederek ondan yarar sağlayanlar da hırsızlık çetesinin köleleşmiş üyeleridir. Mülkiyetçi, gerici karakterin özellikleri şunlardır:

a. İhtiyacı olmayan metaları stoklar ve onları ihtiyacı olan insanlardan esirger.

b. Bu şekilde elinde stokladığı metaları insanlar üzerinde iktidar kurmak için kullanır.

c. Para ile her şeyi satın alabileceğini sanır.

d. Kendisi para ile satın alınabilir.

e. Edindiği şeyleri paylaşmaz, paylaşanları da tasvip etmez.

İktidarcılık

Devlet ve iktidar kavramlarını birbirine karıştırmamak gerekir. İktidar bir tür ilişkiler ve konumlanmalar bütünüdür. Belli bir karşı felsefe, kültür, üretim zemini oluşturur. İnsanın elde ettiği yeteneklerin ve ulaştığı düzeyin insana karşı kullanılmasıdır. Özgürlük gücünün baş düşmanıdır. Devlet ise iktidarın araçlarından sadece bir tanesidir. (Sadece bir tanesi olarak belirttik fakat en güçlüsü olduğunu da tespit etmemiz gerekir.) Burjuva aile, ordu, okul, din kurumları, üretim sürecinin örgütlenmesi ve birçok diğer mikro ilişki biçimi de iktidarın aygıtlarıdır. Sınıflar ve sömürü-ezme ilişkileri ortadan kalktığında iktidar da yok olacaktır. Toplum halinde yaşamak için insanın iktidara ihtiyacı yoktur. Tersine tarihin kısa bir döneminde egemen olan iktidar anti-kültürü insanı ve toplumu yok oluşa götürmektedir. Proletarya diktatörlüğü- yönetimi iktidar gücüne karşı özgürlük gücünün savaşımından başka bir şey değildir. İktidarcılar üzerine özgür insanların iktidarı iktidarın sonunu getirecektir. Çok açıktır ki iktidarcılar en çok özgür insanın iktidarı altında kendilerini var eden güçlerini kaybedecektir. Özgür insan niteliği ve varoluş gerçekliğinden dolayı iktidardan etkilenmez. Onun için iktidarın sadece kullanım değeri vardır. Özgür insanın iktidarı kullanma amacı iktidar gücünü ortadan kaldırmaya dönüktür. Devrimci proletaryanın iktidarı temizlik için gereken sabun gibidir. Temizliğe gerek kalmayınca ona da gerek kalmayacaktır. İktidarcı karşıdevrimci karakterin özellikleri şunlardır:

a. Kendi dışındaki insanları yönetilmesi gereken nesneler olarak görür.

b. Çevresindeki insanlara, halka, işçi sınıfına ve dolayısıyla kendisine güvenmez.

c. İlişkilerinde sürekli güvensizlik üretir.

d. İktidar gücüne tapar. İktidar gücüyle ilişkilenemediğinde kendisini dahi yönetemez.

e. Paylaşıma, dayanışmaya, sevgi ve saygıya dayalı ilişkileri bozmaya, çıkarcı ilişkiler oluşturmaya çalışır.

Güvensizlik

Güven ancak sadakatle inşa edilebilir ve kazanılır. Güvensizliğin kökeninde sadakatsizlik ve bağımlılık vardır. Bağımlılık ile bağlılık birbirine karşıt iki kavramdır. Bağımlılıkta irade yoktur. İradesi olmayanlar, kendi kararlarını alamayanlar bir şeylere bağımlı olurlar. Tersine inisiyatif ve özgür irade sahibi olanlar kendisi gibi olanlara, gerçeklere, doğrulara ve düşüncelerine bağlı olurlar.

İktidar gücü toplumun tüm hücrelerine toplumsal, ilişkilere güvensizlik yaymaya çalışır. Bu yolla iktidarın etkinliğini korumak ve artırmak için toplumsal güveni zedelemeye yönelir. Toplumsal güvensizlik ortamı iktidarın hegemonya kurması için uygun zemindir. Aynı şekilde bir devrimci örgütü yolundan alıkoyabilecek tek şey güvensizlik hastalığına yakalanmasıdır. Bu nedenle burjuva devlet bütün yolları deneyerek devrimci örgütlerin bünyesine güvensizlik mikrobunu bulaştırmaya çalışır. Kim devrimci örgütün bünyesine güvensizlik mikrobu yayıyorsa düşmanın objektif ya da sübjektif ajanıdır. İktidar gücünün güvensizlik yaymakla görevli ajanının karakteri şunlardır:

a. İnsanlar arasındaki sıradan anlaşmazlık ya da sorunları kalıcı düşmanlıklara dönüştürmeye çalışır.

b. Çürümüş burjuva devletin gücünü abartır.

c. Devrimci proletarya ve halk arasına korku ve yılgınlık yaymaya çalışır.

d. Devrimci görevlerini gerçekten yapmaz, devrimci görevlerin yapılmaması için çaba sarfeder.

e. Mücadelenin asli unsuru olarak konumlanmaz, tersine eklenti gibi yaşar.

Korkuya teslimiyet

Önlem ve uyarı sistemi olarak her insanda korku hissi vardır. İnsan, korkularını kontrol edebiliyorsa bu his oldukça faydalıdır. Korkuları insanı yönetiyorsa kişi karanlığa teslim olmuş demektir. Korkularına teslim olan kişi hayatının, davranışlarının inisiyatifini kaybeder. Korkaklar karşılaştıkları tehlikenin kaynağı tarafından yönetilmeye mahkumdur. İnsanlaşma süreci aynı zamanda korkuya teslim olmama, korkuyu aşma sürecidir. Korkularına teslim olan gerici karakterin özellikleri şunlardır:

a. Fırsat bulduğunda insanlara üstünlük kurmaya çalışır.

b. En ufak baskı altında ruhu çözülür ve direnemez.

c. Korkuları aklını kullanmasını engeller ve zor durumlarda aklını yitirir.

d. Korkuları vicdanının işlemesini engeller, zor durumda vicdansızlaşır.

Statükoculuk

Üretim insanı insanlaştıran, toplum haline getiren temel faaliyettir. Üretimci olmak kültürün asli unsurudur. Statükoculuk tam manasıyla üretimsizlik durumudur. Üretimsizlik problemler karşısında çözümsüzlük halini yaratır. İnsanlığın karşılaştığı bütün zorlukları aşma yolunda maddi koşulları üretenler tarihsel ve güncel olarak emekçi sınıflardır. Taş, demir, hava, su yeryüzündeki her şey emekçi sınıfların üretici emeği sayesinde insanların faydalanabileceği şeyler haline dönüşmektedir. Bu duruma tezat olarak insan nüfusunun büyük çoğunluğu işçi sınıfının ürettiği ürünlerden faydalanamamaktadır. Bu durum sömürgeci asalak sınıfın dayattığı temel statükodur. Burjuvazinin ihtiyacı olmayan metaları kontrol altında tutmasının, insanların kullanımına sunmamasının tek nedeni iktidarını koruma eğilimidir. Tonlarca yiyecek, giyecek, ilaç vb. burjuvazinin depolarında stoklanırken işçi sınıfının ve halkın açlıktan, barınaksızlıktan, hastalıktan, soğuktan ölmesinin tek sorumlusu iktidar gücüdür. Egemen sınıflar, işçi sınıfı ve halkları ihtiyaçları olan metalardan yoksun bırakarak hegemonyalarını sürdürmeye çalışır. Burjuvazinin dayandığı düzen yoksulluğun, yoksunluğun, çaresizliğin statükosudur. Bu statükoya karşı devrimci direnişi, savaşı üretmemek üretimsizliğin en köhnemiş halidir. Devrimci proletarya ve halkların arasına, içine sızmış statükoculuk etkisizleştiği, yok olduğu gün sömürücü asalak sınıfın da sonu gelmiş olacaktır. Statükocu gerici karakterin özellikleri şunlardır:

a. Dogmatik ve sabit fikirlidir.

b. İkameci ve üstencidir.

c. Kendisi ve diğer insanların gelişmesi ve özneleşmesi önünde en büyük engeldir.

d. İlişkilerde kabadır ve insanlarla iletişim kurma konusunda zayıftır.

e. Taklitçi ve şabloncudur.

f. Düşman için istediği zaman etkisizleştireceği, kontrol edebileceği kolay bir avdır.

Popülizm

Toplum ve insan birbirinin yararına çalışarak, bir tür diyalektik bağ kurarak gelişir. Gelişim, değişim diyalektiğiyle ortaya çıkar. Değişim olmasaydı yaşamın bir anlamı kalmazdı. Birçok şey vadetse bile değişimin devamlılığını sunmayan bir cennet bile gerçekten insanları ikna edemez. Toplum-birey diyalektiğinde de değişimin devamlılığı ilişkiyi sürdüren ve üreten en önemli güçtür. Toplum bireyi, birey toplumu etkileyerek değiştirir. Değişimin gerçekleşmesi için iki taraf da bağımsız üretici özne olmalıdır. Taraflardan birinin diğerini nesne olarak ele alması kendisini de nesneleştirir.

Popülizm basit ve doğal bir onaylanma-ilişkilenme beklentisi değildir. Tersine bireyin toplumu nesne olarak görmesidir. Toplumu nesne olarak gören birey kendi değişim/özgürlük gücünü yitirir. Artık her hareketini, eylemini bilincinde bir tür statüko olarak kurguladığı toplum imgelemine göre yapmaya başlar. Birey bu noktada insani gelişimin(bireysel ve toplumsal) önünde bir engel haline gelir. Yoksa toplum ve insanın birbirini onaylaması, devrimci eylemin yayılması, güçlenmesi ve sevginin üretilmesinden başka bir şey değildir. Kuşkusuz ki popülizm sevgisizliği, üretimsizliği, statükoculuğu barındıran en kronik gericilik hallerinden biridir. Popülist gerici karakterin özellikleri şunlardır:

a. İşçi sınıfı ve ezilenlerin devrimci gücüne güvenmez.

b. Kendisine yönelik eleştirileri dikkate almaz.

c. Gerçekten inandığı için iş yapmaz. Gösteriş budalasıdır.

d. Övülmek ve pohpohlanmak ister.

e. Halka ve işçi sınıfına özden bağlı değildir.

f. Kendi basit çıkarları için her tür sahtekârlığı yapabilir.

Erkek egemenlik

Gericiliğin bütün temel kategorilerini aynı zamanda erkek egemenlik başlığı altında yazsak yeridir. Kadınları tali cinsiyet konumuna düşüren baskıcı, sömürücü her tür eylem, konumlanma ve ilişki erkek egemen sistemin ürünüdür. Erkek egemenliği sınıflı toplumların ortaya çıkışından beri süregiden belki de en kadim baskı ve sömürü sistemidir. Köleci, feodal, kapitalist tüm sınıflı sosyo-ekonomik toplumların hem yaratıcısı hem de onlar tarafından yaratılan-üretilendir. Bu çalışmamızın başlığını “yaşamak kendinde erkek egemenliğini yok etmektir” olarak da koyabilirdik. Fakat yazının içeriği bu başlığın hakkını veremeyecek kadar sınırlı olduğundan böyle bir başlık uygun değildir. Kadın Özgürlük Gücünün ideolojik çalışma notlarındaki gerici, erkek egemen karşıdevrimci karakterin özellikleri şunlardır:

“a. Güvensizdir ve kendini beğenmeyi kendine güvenme zanneder.

b. İktidarcıdır. Kendine ve iktidara tapar.

c. Sevgisizdir. Bir başkasını dahi kendini beğendiği için sever. Bu yüzden gerçekten sevemez, çıkarcıdır.

d. Saygısızdır. Özünde eşitliğe inanmadığı için iktidarını sarsan veya sarsacak olan her şeye karşı bütün insanlık dışı yöntemleri kullanmayı meşru görür.

e. Saldırgandır. Çünkü yarı-insanlığa ait bir karakterdir.

f. Rekabetçidir. Erkek olmaktan gelen ‘doğal’ bir haklılığı ve gücü olduğuna inanır. Kendi doğrusu hariç tüm doğruları ezmeye ve elemeye çalışır.

g. Nesnedir. Sistem ona kadını sunduğu için kendini özne sanır.

h. Tecavüzcüdür. İnsanlık kültürüne dair hiçbir had bilmez ve bu hadleri aşmanın hakkı olduğuna inanır.

j. Gericidir. İktidarını sarsacak olan hiçbir ilerlemeye taviz vermez.

k. Sömürücüdür. Her şeyiyle bağımlı yaşadığı halde herkesin kendine bağımlı olduğunu iddia eder ve böyle yaklaşır.

l. Bencildir. Kadının bedeninin, emeğinin ve yaşamının kendisi dışında hiçbir değeri yoktur. Bu yüzden kadını insan olarak bile görmez.

m. Tutsaktır ve tutsaklıkta ısrarcıdır. Çünkü bu karakterin geleceği bütün dünyadaki iktidar düzeninin yıkılmasına bağlıdır. Bu sebeple bütün dünyanın tutsaklığını özgürlük sanır.

n. Anti-bilimseldir. Sahip olmadığı bir bilgiye dahi sahipmiş gibi özgüvenli davranır.

o. Adaletsizdir. Her muhakemesi kendi iktidarı lehine sonuçlanır.

p. Özverisizdir. Hayata dair bütün emeği ve üretimi çıkara dayalıdır.

r. Tembeldir. Asalak bir yaşamı benimser.

s. Korkaktır. Cesareti özde değil, sözdedir. Bu yüzden güçlünün yanında aparat haline dönüşmüştür.

t. Maneviyatı yoktur. Yüzeysellik, kabalık ve çürümüşlüklerle dolu boş bir yaşam sürmeye mahkumdur.

v. İnsan özüne en uzaklaşmış karakter erkek egemen karakterdir. Kendisinin ve başkalarının yaşamı için hiçbir mücadele isteği duymaz.

y. Karaktersizdir. İktidarın sunduğu bütün kalıplara girmeye müsaittir.” (KÖG, İdeolojik çalışma notlarından)

Disiplinsizlik

Disiplin yoksunluğunun bir yönü plansızlık diğer yönü ise yöntemsizliktir. Gerçekleşme olasılığı olan bir planın belirli bir yöntemle belli bir düzen içinde uygulanması disiplini yaratır. Disiplinin ortaya çıkması için uygulama-eylem, plan, yöntem ve süreklilik gerekir. Disiplinli bir çalışmayla harcanan emek-gücünün verimi artar.

Burjuva disiplini baskı, zor ve çıkara dayalıdır. Tümüyle dikey hiyerarşik bir sistemle işler. Devrimci disiplin ise insan özündeki komün gücüne, özgürlük gücü bilincine, değerlere, halka bağlılığa dayanır. Bu nedenle özdisiplin(devrimci disiplin) yoksunu olan aynı zamanda devrimci değerlerden de yoksundur. Disiplinsiz gerici karakterin özellikleri şunlardır:

a. Plansız ve yöntemsizdir ve gelişigüzel iş yapar.

b. Fikirleri ve eylemi düzensiz ve dağınıktır.

c. Herhangi bir işi başarma azmi zayıftır.

d. Sabırsız, dayanıksız ve maymun iştahlıdır.

e. Devrimci proletaryaya, halklara ve değerlere bağlılığı zayıftır.

Miskinlik

Miskinlik hem iradi olarak tembellik olduğu kadar bir tür edilgenlik ve parazit olma halidir. Miskin içinde bulunduğu organizmadan beslenir ve ona olumlu yönde hiçbir şey katmaz. Miskine toplumsal parazit de diyebiliriz. Toplumsal parazit içinde bulunduğu toplumun enerjisini tüketmekten başka bir şeye yaramaz. Toplumla eklenti ve bağlımlılık tarzında gerici bir ilişki kurar. Becerebilirse! Bulunduğu ortamın kaynakları tükenince ortamı terk etmeyi tercih eder. Miskin gerici karakerin özellikleri şunlardır:

a. Herhangi bir şey üretmeye ve iş yapmaya takati yoktur.

b. Çevresindekilerin enerjisinin ortaya çıkmasını da olumsuz yönde etkiler.

c. Ancak zorlama ve baskı altında iş yapar.

d. Yaptığı işlerin çoğunluğu başarısızlıkla sonuçlanır.

e. Başarısız olmak onu düşündürmez ve üzmez.

f. Kendine ve çevresindekilere gerçekten değer vermez.

Kontrolsüzlük

Kontrollü olmak inisiyatif sahibi olmayı ve dengede durabilmeyi gerektirir. Dengede duramayan kendini savunamaz ve amaçları doğrultusunda ilerleyemez. Devrimci inisiyatif gelişebilecek her duruma karşı koyabilecek ve ayakta kalacak, dengeyi sağlayacak gücü açığa çıkarmak için gereklidir. Savaşta kontrolünü kaybeden, karşısındaki düşmana savaşın inisiyatifini kaptırır. Kontrolünü yitiren bir odak başkasının kontrolü altına rahatlıkla girebilir. Kontrolsüz gerici karakterin özellikleri şunlardır:

a. Öfke, üzüntü vb. duygularını kontrol edemez.

b. Sonuçlarını düşünmeden, gereken hesaplamalarını yapmadan anı kurtarmayı hedefleyen kararlar verir.

c. Bazı zamanlar kararlılık gerektiren durumlarda kararsız kalır.

d. Beklenmedik durumlar -savaşta sıklıkla rastlanır- karşısında inisiyatifini kaybeder.

e. Kendi hareketine ve eylemine hakim olamadığı için dengesini koruyamaz.

f. Dengesini yitirerek düşman karşısında sürekli zayıf durumlara düşer.

Zulmün hakimiyeti kapitalist toplumda işçi sınıfı ve ezilenlerin maddi yaşam koşullarını belirlemektedir. İktidar gücünün maddi alandaki hegemonya gücü(iktisadi, askeri, hukuki, yönetimsel/idari…) toplumsal maneviyatın belirleyici temel unsurudur. Hegemonya altındaki toplumsal maneviyat çürüyerek kendini tutsaklaştıran maddi koşulların payandası haline gelmektedir. Zulme teslim olan maneviyat, gericilik yayarak yeni ruhları kendine katma eğilimiyle hareket eder.

Gericilik hastalığı yüksek derecede bulaşıcıdır. Burjuvazi açlıkla, kapatılmayla, ölümle, toplumu terbiye ederek hastalığın yayılabileceği zayıf, bağışıklık düzeyi düşük ortamı tesis etmeye çalışmaktadır. Her insanın içinde kültürel ve yaşamsal olarak bir oranda bulunan komün gücü bu terbiye ve tutsaklaştırma yöntemlerine direnmiştir ve direnmektedir. Gizil bir şekilde insanın derininde konumlanan özsel komün gücü bu ilk direnişinde muvaffak olursa özgürlük gücüne dönüşebilir.

Özgürlük gücünün açığa çıkması savunma, direnme halinden taarruz haline geçiştir. Özgürlük gücü savaşçısı olmak insanın kendi zincirlerini ve işçi sınıfının-halkın zincirlerini kırma eylemine kesintisiz bir şekilde başlamasıyla mümkündür. Her bir zincir kırıldığında özgürlük güçleri daha fazla kuvvetlenecektir. Bu doğrultuda kendi tutsaklığı ve karanlığıyla her şeyini ortaya koyarak savaşmayan özgürlüğün, eşitliğin ve adaletin aydınlığı olamaz.

Zulmün Hakimiyetinden Kopuş

Sömürü, baskı düzeninden kopuş eylem ve konumlanışı, karanlığın sunduğu hiçbir şeyi kabul etmemeyi gerektirir. Böyle bir tespit yaptığımız zaman kapitalist sistemin işçi sınıfı ve halka bir şeyler sunduğunu kabul etmiş oluyoruz. Bu noktada sistem tarafından sunulanların esas muhtevasının irdelenmesi gerekir. Sunulanlar görünen biçimleriyle metalardır. Bahsettiğimiz metalar zaten işçi sınıfının emek-gücünün ürünleridir. Sermaye düzeni-döngüsü ve genel olarak işleyişi dahilinde bazı metalara ve yaşam tarzına ulaşmak üretim sürecinde hiçbir işe yaramayan sömürücü asalağın el koyduğu emek-gücü karşılığının çok ufak bir kısmını geri almaktan başka bir şey değildir. Emek-gücünün büyük kısmı sömürücü sınıfa kaptırıldığına göre ancak zar zor yaşamaya yetecek kadarıyla (sömürücü sınıfın belirlediği standartlarla) yetinmek aslında zulmün hakimiyetini onaylamak ve kendi elleriyle kendini zincirlemektir. Bu nedenle asla sunulan kırıntılar karşısında diz çökmemek, razı olmamak, bahşedilenlere şükretmemek gerekir.

Böyle bir devrimci duruş kaybedecek hiçbir şeyi olmayanların sistemi yadsımasıdır. Sınıflar arası mülkiyet durumuna göre bir karşılaştırma yapılırsa “Proletaryanın zincirlerinden başka kaybedecek hiçbir şeyi yoktur.” belirlemesi doğrudur. Diğer taraftan proletaryanın kaybedecek zincirleri yanında hayatta kalabilme ve toplumsal ilişkilerini sürdürme(ailesi, arkadaşları vb.) olmak üzere kaybedecek iki şeyi daha vardır. Burjuvazinin ilk iktidar dönemlerinden beri her insanın doğal olarak sahip olduğu hayatta kalma ve toplumsallaşma haklarını tehdit etttiğini belirtmiştik. Günümüzde üretimin gelişmişlik düzeyi burjuvaziyi hiyerarşik bir düzen yaratarak proletaryanın çeşitli kastlarına maddi kırıntılar sunmasına izin vermektedir. Sadece konumuz özelinde bile açıkça tespit edebiliriz ki burjuvazi hegemonyasını ve yöntemlerini yenilemekte ve geliştirmektedir. Fakat yine de gün geçtikçe çürümekte ve yok oluşa gitmektedir.

Burjuvazinin sonunu getirecek temel sınıfsal çelişkiye bağlı olarak proletaryanın gün geçtikçe nicelik olarak artması ve nitelik olarak gelişmesinin yanında emperyalizm-devrimci halklar, kapitalist yıkım-doğayı savunan halklar, erkek egemenliği-kadın özgürlük hareketi arasındaki esastan çelişkiler de derinleşmektedir. Kapitalist sisteme karşı koyuşu büyüten farklı nitelikteki direniş kökleri kuvvetli bir ortak devrimci maneviyatı yaratmaktadır. Emperyalizmin çareleri tükenirken tasmasını tutmakta zorlandığı faşizm canavarı dünyanın birçok bölgesinde hortlamıştır.

Gidişatın analizleri devrime hizmet eden fikirler üretiyorsa güçtür. Siyasal gelişmeleri sadece bilgi birikimimizi ve anlayışımızı aktarmak için analiz etmiyoruz. Özgürlük gücünün ürettiği fikirler eyleminin sınayıcılığına tabidir. Teori-pratik diyalektiği varoluş dinamiğinin kanunudur. Devrimcilik insanın sahip olduğu her şeyi ortaya koyarak düşüncelerini pratikte sınamasıdır. Dolayısıyla özgürlük güçlerinin esası düşündüğü gibi yaşamak, yaşadığı gibi düşünmektir.

Bu perspektifin gereği olarak Komünarlar, kapitalist düzenin işleyişi ile savaşmayan muhalefetçi-yakınmacı konumları devrimci saflarda değerlendirmezler. Muhalefetçilik konumlanması kapitalist-emperyalist, sömürgeci ve faşist olan bazı güçlerin “varlığının meşruluğunu” onayladığından dolayı devrimci değildir. Düşmanı ortadan kaldırmayı değil, düşmanın değişmesini hedeflemektedir. Muhalefetçiler ve yakınmacılar bu doğrultuda düşmandan-burjuvaziden sürekli bir şeyler talep ederler. Ve muhalefetin taleplerinden rahatsız olduğu zaman kendilerine saldıran düşmandan da yakınırlar.

Muhalefetçilik sistemiçi işbirlikçi bir yaşam biçimidir. Sistemle muhalefet arasında karşılıklı faydalanma ilişkisi vardır. Muhalefetçi sahtekârca işçi sınıfı ve halkın potansiyel devrimci enerjisinin harekete geçmesini durdurmaya çalışır. Bu görevin ifası karşılığında burjuvazi muhalefetçiye dokunmaz ve muhalefetçinin bulunduğu konumun imkanlarından faydalanmasına izin verir. Adı konsun ya da konmasın işbirlikçi muhalefetçiyle sistem arasındaki anlaşma budur.

Olağanüstü durumlar, siyasal veya ekonomik krizler, kaos ve askeri ya da faşist diktatörlükler döneminde bu anlaşmanın bozulma ihtimali vardır. Bu durum sistemin artık muhalefetçiye pek ihtiyaç duymadığı açıkça kendisine karşıtlığa dönüşebilecek veya karşı olan her tür toplumsal hareketi ezmeye, yok etmeye yöneldiğinde söz konusu olur.

Devrimci proletarya ve halklar ne burjuvaziden ne de onun terbiyeli muhalefetinden medet umar. Burjuvazinin memleket, bölge ve dünya genelindeki varlığı-zulüm iktidarı meşru değildir. Komünarlar burjuvazinin kendine uyguladığı baskı ve zordan yakınmazlar. Düşman elinden geleni ardına koymasın! Yaptığı her zulüm uygulamasının karşılığını misliyle Özgürlük Güçlerinden alacaktır.

Komün Gücünü Yaratarak İnsanlaşmak

İktidar gücü karşısında diz çökmek, onun hakimiyetini kabul etmek insanlıktan çıkıştır. Egemenlerin halka yoğun ve sert bir şekilde saldırdığı siyasal konjonktürler ezilenlerin, sömürülenlerin kendi durumlarını sorgulamaları, farkına varmaları için elverişlidir. Daha evvel göz yumulan birçok sistem uygulaması artık maksimum derecede etkileyici, rahatsız edici hale gelir. Zulüm düzeninin ateşi her yeri sarmıştır. Ateşin ulaşamadığı yerlerdeki halkı dumanı etkilemekte ve boğmaktadır.

AKP-IŞİD faşizminin iktidarı bu açıdan tüm halklar için uyandırıcı olmuştur. Faşist partinin saflarının dışında halk arasında iki temel siyasal eğilim vardır. Birincisi gittikçe güçlenen faşizme karşı devrimci savaşı örgütleme, büyütme eğilimidir. İkincisi ise faşist iktidara diz çökmenin biçimleri olan sessiz geçiştirme-kabullenme, kaçma ve onunla muhalefetçi biçimde ilişkilenme eğilimidir. Faşizme diz çökenlerde burjuva ideolojisi ve gerici sınıflı toplum karakteri kronik bir hastalık gibi yerleşmiştir. Düzen işbirlikçisi karakter:

-Mensubu olduğu halk faşist iktidarın altında sömürülür ve ezilirken gözleri görmez, kulakları duymaz.

-Faşist iktidarın varlığını normalleştirir. Faşizme karşı savaşmayı gerektiren hiçbir şey yokmuş gibi yaşar.

-Faşizme karşı savaşanları küçümser ve faşizmin yenilemeyeceğini savunur.

-Faşizmin ancak burjuva güçler(emperyalistler, ordu, tekelci burjuvazi) tarafından ortadan kaldırılabileceğini iddia eder.

Faşist düşman bellidir. Ortadadır. Onunla savaşmak için onu fazla arayıp bulmaya gerek yoktur. Tespit edilmesi zor olan halk saflarındaki düşman işbirlikçileridir. Düşman işbirlikçileri sinsi ve haindirler. Onlar devrimci proletarya ve halkın yakınında durmaya çalışırlar ve eşitlik, adalet, özgürlük gibi yüce kavramları sahtekârca kullanarak kendilerine kamuflaj malzemesi yaparlar. Bu nedenle işbirlikçi, gerici karakterin maskesini indirmek ve devrimci proletaryanın, halkların saflarından arındırmak Komünarların dikkatle ve yoğun bir şekilde üzerinde sürekli çalışmaları gereken bir görevdir. Bu görevi başarabilmeleri için devrimci kültürün inşasına bütün alanlarda yönelmek gerekir. Devrimci kültür savaşı komünü inşa etmekle beraber insanın kendi zaaflarıyla ve eksiklikleriyle de tavizsiz bir mücadele yürütmesi demektir.

Özgürlük Güçleri bu perspektifle zulmün olduğu her yerde en ön safta işçi sınıfının ve halkların kurtuluşu için sahip olduğu her şeyi feda ederek savaşır. Devrimci irade, bilinç, akıl ve enerjiyle her türlü engeli aşar. Devrim yolunda zorluk, çaresizlik, imkansızlık tanımaz. Gücünün kaynağı işçi sınıfı ve halkın kurtuluşuna, devrimci örgüte ve yoldaşlarına inancıdır.

Özgürlük Güçleri insanın varoluşunu biyolojik yaşam ve ölüm ayrımına indirgeyerek mekanikleştirmez. Devrim için savaşmak insan olmak, var olmak ve ölümsüzleşmektir. Komünarların geleneği diz çökerek yaşamaktansa ayakta ölmeyi tercih edenlerin eylemidir. Özgür insan olarak yaşamaktan başka yaşam yolu yoktur.

Özgürlük Güçleri iktidarı ve iktidarın yarattığı ilişkileri her alanda sürekli ertelenemez bir görev olarak yıkar ve yok eder. Bu doğrultuda para ve statükonun iktidarına karşı savaşır. Komünar’ın görevi Komün Gücünü başta kendi yaşamında olmak üzere her yerde etkinleştirmektir. Mücadele yolu, tarzı ile devrim hedefi arasında hiçbir çelişki olamaz. Devrim hedefine uygun yaşar ve savaşır. Hiçbir amaç için doğruluktan, dürüstlükten, adalet ve eşitlikten ayrılmaz. Düsturu “yanlış yoldan doğru hedefe gidilmez”dir.

Hedef kadar katedilen yol da devrimdir. Devrim sadece burjuva iktidarının yıkılma anıyla sınırlandırılamaz. Eşitlik ve adalet sağlandıkça, insan gerçekten özgürleştikçe devrim gerçekleşir. Özgürlük Güçlerinin hedefi çürümüş toplumsal yapının biçimini, görünüşünü değiştirmek değil karanlık, gerici muhtevasını yok ederek özgür insan ve toplumun gerçekleştiği Komün Gücünün inşasıdır.

Ulaş Bayraktaroğlu

21.10.2016

CEVAP VER

Please enter your comment!
Adınızı buraya yazınız