Ancak Kışın Ayazına Direnenler Baharın Gelişini Görebilirler – Ceren GÜNEŞ

1753

Bazı anlar bekleyiş anlarıdır. Dizinin bir bölümü biter, bu bitiş diğer bölüme dair ipuçlar barındırsa da dizi çok farklı seyredebilir. Zaten akışını bilebildiğimiz olayların, düz ve basit alındığı kurgulardan insanlar sıkılır. İlgi çekici olan aynı karakterlerin gösterdiği farklı yönleri, umulmadık gelişmeler ve bilinemezliktir. Seyirci koltuğunda dahi o diziyi yönlendirmek isteriz, o sahnelerle adeta özdeşleşiriz. Burada derdimiz sinema değil lakin bugün Ortadoğu’da oyuncular ve havanın kokusu bunu andırıyor. Bir bekleyiş hali kokuyor hava. Bir yandan hazırlıklar yapılıyor; ana karakterler aynı, biten sözleşmelerin bir kısmı yenileniyor, yeni oyuncular eklenebilir eski oyuncular ayrılabilir ancak kimin nasıl rol alacağı ve kurgu bilinmiyor. Yönetmen ve senarist net diyemeyiz. Bekliyoruz. Daha film başlamadan izleyici koltuğunu alansa çok. Çünkü bilinebilirliğinin olmaması ve o sahneyle kendini yaratma, kendini kurgulama isteği çok güçlü. Bunu hangi pozisyonda yapacağınsa öznelerin cesareti ve gücüne bağlı.

Sağlıklı bir insan kriz halindeyken normalde yapması beklenilenleri yapamaz olur ya da beklenilenin dışında anormal davranışlarda bulunur. Krizin nedeni, kaynağı farklı olabilir stres nedenli geçirilen psikolojik krizler ya da üzücü bir haberin neden olduğu ya da kalp hastalığı olan bir insanda birikmiş yıpranmayla gelişen kalp krizi. Ama hepsinde mantık aynıdır. Alışılmışın dışında, ani gelişen beklenmedik bir duruma karşı vücudun verdiği fizyolojik ve ruhsal bir tepki…

Sistemlerin krizi de bir bakıma böyledir ve bugün tespit ettiğimiz neoliberal rejim krizini de bu olağandışılığı ve hassas dengesizliği gözönünde bulundurarak ele almalı, yol ve yöntemleri buna uygun örmeliyiz. Krizler doğası gereği olağanın dışında seyreder ve gelişir. Varacağı yer net değildir, dengeler bozulmuştur, yeni ve kurucu olmak gerekir krizden çıkış için. Yalnız buna yönelik çalışmalarda en bariz iki tavır alış görürüz. Bunlardan birincisi Yeşilçam kuşağına benzer milyarda bir görülen bir hastalığa yakalanmışcasına çaresiz ve ne yapacağını bilmez halde bir derman arayışı, kadere boyun eğiş, ikincisi ise düzlük bir araziye tepeden dürbünle bakarmışcasına bir tablo arayışı. Birincisinde kendini kadere teslim etmenin verdiği güçsüzlük vardır ve bu hareketsiz kalışa, bir felç durumuna neden olur. Her an gelecek bir darbenin yarattığı tedirginlik ve ürkeklik ya da güvenli bir liman arayışı vardır. İkincisinde yükseklerden kuşbakışı gözükmeyen ayrıntıların yarattığı uyumsuzluk hesapları boşa çıkarabilir, yönünüzü değiştirmek zorunda kalabilirsiniz, cesaret ve kararlılıktan bağımsız şekilde. Bu da atılan sloganların yankısı daha bitmeden dağılma durumu yaratır savaş sırasında. Öncelikle bizim bu iki yaklaşımı da reddedip gerçekçi adımlar atmamız gerekmektedir. Zamanın barındırdıkları nedir, eksiği fazlası ne, temiz bir hesap defteri yapmalıyız.

Bu girizgahtan sonra sömürgeci faşist devletinin bir ayı aşkın sürgit devam eden Rojava devrimini hedef alan savaş naralarını ele alabiliriz. Peşpeşe yapılan açıklamalar, sınır hattında konumlandırılan birlikler ve çete grupları, birdenbire ortaya çıkmadı. Bugün yaşadıklarımız siyaset sahnesinin bir yansımasıdır, kriz içerisindeki egemen güçlerin “savaş hali”ni arkalayarak hegemonya mücadelesini derinleştirmesinin ve bölgesel düzeyde güç yükseltiminin, zamana yayılmış çatışmalarla dolu bir arayışıdır. Siyasetin kitleler için kurgulanış biçimi, anlamsızlığa ve sömürüden beslenen iktidar savaşına bir perde rolü görmesidir, algı yönetimi ve kitleleri ikna yöntemi olmasıdır. Erdoğan’da simgelenen sömürgeci faşist devletin stratejik hedefi, emperyalistler arası çelişki ve çatışmaları kullanarak kendisine bölgede alan açmak için tarafların karşılıklı konuşması ve yapılan görüşmeler bir görüntüden, imajdan ibarettir. Yoksa emperyalistler ve Tayyip’in başını çektiği faşist Türk devleti, gerici bölgesel güçler kararlarını almış, akitlerini imzalamışlardır.

Bir yanda Ortadoğu’da konumlanan, Rojava’yı faşist çetelerden özgürleştiren Kürt Özgürlük Hareketi ve devrimci güçlerin temsiliyetinde bölge halklarının ve ezilenlerin özgürlük mücadelesi, diğer yandan kendi krizlerini ekonomik ve siyasal olarak bölgedeki siyasal dengesizlik ve enerji kaynakları üzerinden aşmak isteyen emperyalistler, gerici-faşist devletler. Türkiye özelinde konuşacak olursak, faşist devlet, yaşanan krizin ekonomik, siyasal, toplumsal, kültürel her türlü yansımasına karşı bir çıkış örgütlemek zorunluluğundadır. Bu anlamda Fransa’da gelişen Sarı Yelekliler hareketi ilham verici bir deneyimdir ve bir o kadar da mevcut dinamikler üzerinden konuşacak olursak bölge açısından da olası bir imkandır. Faşist iktidarın “savaş hali”ni dayatması, Kürt halkına karşı şoven histeriyi kaşıyarak yapmaya çalıştığı tam da kendisine yönelen bu olası “tehdit” ten kaynaklanmaktadır.

Bir Efrin savaşını ve işgalini yaşadık. Kuşkusuz bugün girilen süreç benzerlikleri olmakla birlikte, Efrin sürecinden oldukça farklıdır. En başta söylemeliyiz, Türkiye için Rojava’ya saldırı planı bir seçim propagandası değildir. Yerel seçimler gündemi bugün iktidarın gündemi değildir. AKP-MHP faşist iktidarı artık seçim gündemini geride bırakmıştır, çünkü seçimler için kaygılanmasına gerek yoktur. Seçimler dün bir demokrasiciliik ritüeliydi, belli kural ve kaidelerine uyuyordu. Ancak bugün buna çok ihtiyaç duymamaktadır. Dememiz o ki, faşist Türk devletinin Rojava’ya dönük savaş gündemi ve işgal hevesi seçim gündeminden ziyade stratejik bir saldırı planının parçasıdır. Kürt halkının özgürlük mücadelesini yoketmeden faşist iktidarının tehdit altında olacağının bilinciyle hareket etmektedir. Yine faşist iktidar, ülkeyi bir bütün olarak “savaş hali”ne sokmadan, yaşanmakta olan krizin tetikleyeceği sınıfsal-toplumsal patlama dinamiklerini kontrol altına alıp bastıramayacağının da bilincindedir.

Girdiğimiz süreç ezberdışıdır. İktidarlar için bölge üzerinden bir paylaşım ve denge durumuna geçiş zorunluluktur. Kriz hali ile dünya genelinde faşist partilerin yükselişi paralel ilerlemektedir. Ancak bu, egemenlerin krizlerini aşma dinamiklerini değil tersine açmazlarının da bir sonucudur. Bu anlamda egemen sınıflar için, sürdürülebilirliğin tehdit altında olduğu, tehlikeli zamanlardayız. Ve fakat bu zamanların bize açacağı fırsat kapılarını kullanamazsak, emperyalist kapitalistler bizim üzerimize basa basa, bizi eze eze kendileri için yeni bir denge durumunu yaratacaklardır. Odaklanacağımız nokta tam da burasıdır. Kan ve barutun hiç eksik olmadığı bir coğrafyanın devrimcileri olarak faşist devletin ve emperyalist güçlerin emekçi sınıfların ve ezilen halkların üzerinden egemenlik savaşlarına tutuşmalarını engellemek ve devrim mücadelesini yükseltmek zorundayız.

Bugün bütün Avrupa ülkelerinde zincirleme şeklinde gelişen sokak hareketleri, Sarı Yelekliler, Kırmızı Yelekliler vb. vb. çeşitli isim ve şemsiyeler altında gözle görülür haldedir. Ortadoğu ülkelerinde yine benzer çıkışlar sözkonusudur. Aşılması gereken nokta bu hareketlerle temasın sağlanmasıdır. Bilindik tarzda ilerlemeyen bu hareketler, dindirilemez bu öfke patlamaları sürekliliğe ve kesintisizliğe nasıl çevrilebilinir? Dayandığı temeller farklı olsa da hareket tarzı olarak benzerlik gösteren Gezi ve Kobane direnişine güçlü bir yanıt oluşturan 6-8 Ekim serhildanında da bunu görürüz, bu yaşanmışlıklar önemlidir.

Sayısız görüş dillendiriliyor. Bunların bir kısmı önemli tespitler içerirken bir kısmı ise oldukça yüzeysel. Rojava’ya dönük bir savaşın ve işgal saldırısının AKP’nin bitişi olacağı söyleminden ibaret değerlendirmeler hepimizin malumu. Ama nasıl? Bu soruya yanıt vermeden, savaşı Türkiye metropollerine sıçratma hedefini de içine alan bir perspektif olmadan Rojava’ya saldırı AKP’nin de faşist devletin de sonu olmayacaktır.

Politik çevrelerce yapılan Erdoğan-Hitler benzeştirmesi, emperyal amaçlarla Rojava’da gelişecek savaşı 2. Dünya savaşına benzeştirmeler bir tarihselliğe dayanıyor kuşkusuz. Ancak bunu söyledikten sonra cümlemize nokta koyamayız. Hitler’i yıkan Stalingrad direnişiydi. Dünya devrimcileri enternasyonal antifaşist mücadele ile Nazilere ve faşist diktatörlüklere karşı amansızca savaştılar, sokak sokak çarpışarak zafere ulaştılar. Antifaşist cephede buluşan her insan kendini ortaya koydu; her ev karargah, her fabrika mevzi oldu. Yaşamın her alanında okullar, üniversiteler, mutfaklar, kiliseler faşizmin karşısında kaleler haline geldi. Faşist diktatörler, emperyal işgal hareketlerini sınırsız şekilde uyguladılar, uygulamaya çalıştılar. Antifaşist enternasyonaller ise faşizmi dünyanın dört bir yanında, yüzlerini bile görmedikleri halklar için, onlarla birlikte savaşarak yıktılar. “Kimler yoktu ki aralarında bu yeryüzü savaşçılarının?” Bu sözleri dedirten bir kavrayış ve mücadele hattı gerekiyor bugün bizlere.

Bize dayatılan oyun alanını kabul ettiğimiz an yenilgiye adım atmış oluruz. İstediğimiz yerde istediğimiz gibi oynarız deyip kalelerin sayısını artırmalıyız. Bugün Rojava’ya dönük bir saldırının karşılanacağı yer bizler için sadece Rojava değildir. Türkiye metropolleri, fabrikalar, kampusler, sokaklar olmalıdır. Nazileri, Sovyetlere karşı can simidi olarak gören Avrupa ülkeleri Hitler’i durdurmaya dönük herhangi bir hamle yapmadan beklerken, kendi ülkelerinin işgaliyle kalakalmışlardır. Bunu unutmamak gerekir. Gücümüzün ve potansiyelimizin farkına varalım. Sadece an’a bakarak ele almak bizi doğru sonuca götürmez, eldekini de kaybettirir. Mevcut durumun alabileceği formlar ve ulaşabileceği potansiyeller üzerine kurgular yapmalıyız. Sarı Yelekliler, Fransız hükümetini, yaptıklarından dolayı değil yapabilecekleri üzerinden korkuttu. Fransa hükümeti, söylediği gibi, “Dindirilemez bir öfke ve o öfkenin altında yatan derin şey”den korktu. AKP-MHP faşist iktidarının aradan geçen 5 yıla rağmen hala Gezi’de takılı kalmış olması ve Gezicilere dönük hamleler yapmasına yol açan da aynı korkudur. Sindirilemez ve daha büyük, örgütlü bir mücadele hattının var olabilme koşulları ve bunun korkusu.

Günlerimizi televizyon karşısında emperyalistlerin yaptıkları açıklamaları dinlemek ve onun üzerinden tasarruflar geliştirmeye çalışmakla geçiremeyiz. Bugün, yarın, bir ay sonra, o ilk obüsün Rojava’ya atılması değildir savaşı başlatacak olan. Savaş çoktan başlamıştır! Tüm aygıtlar ve araçlarla yürütülmekte, tırmandırılmaktadır. Bizler için de savaş konumunu almak ve bayrakları çekmek gereklidir. Tereddütle atılan her adım yenilginin taşlarını şimdiden döşemek anlamına gelir. Hesap kitap yapmadan, her alana bayrakları çekmeliyiz. Büyüyen öfke, katlanılamayacak hale gelen sefalet, kendini ihtiyaç olarak işaret eden eşitlik ve özgürlük bayrak direklerimizdir, mevzilerimizdir. Mevzileri güçlendirir ve aralarında bir bütünlük sağlarsak o mevziler bir cephe hattı oluşturur. Ülke içindeki mücadele olanakları ve devrimci potansiyeller ile Rojava ‘daki özgürlük mevzileri arasında ne kadar güçlü bağ kurar ve koordine sağlarsak savaş lehimize sonuçlanır. Ördüğümüz ve öreceğimiz her mevzi bu bütünlükte olmalıdır. Rojava’ya atılacak her obüs, şantiyelerde işçi katliamlarının artışı, sokaklarda kadın kırımı, umutsuz ve düşkünleştirilmiş gençlik, sefalet ve yoksulluğun sesinden başka bir şey değildir. Rojava için seferberlik ilanı da varını yoğunu ortaya koyan halkların seferberliği ve işgale karşı özgürlük kararlılığı da yakılacak şantiyelerle, meşru savunma ile karşılık bulacak, yaşamın ta kendisiyle, meydanlarda yükselecek slogan sesleriyle anlamına ulaşacaktır.

Halklarımızın geleceği üzerine ilk söz bize aittir. Söz söyleme hakkı, kimseye birileri tarafından bahşedilmez. Sözü söyleyen olmamız için kalkmak ve harekete geçmek gerekir. Sesimiz arka sıralardan ulaşamaz sahneye. Çıkıp kendi oyunumuzu oynama cüretini gösterdiğimiz an, o söz bizim olur. Önümüzde sert bir kış olacak. Bu kışı atlatanlar bahara en taze, en canlı ulaşacak olanlardır.

CEVAP VER

Please enter your comment!
Adınızı buraya yazınız