“Tarihin Sürekliliğini Parçalayabilecek Güçte” Olmak – Hevi Devrim

963

“Tarihin akışını parçalama bilinci, eyleme geçtikleri anda devrimci sınıflara özgü olan bir bilinçtir. Büyük Fransız Devrimi, yeni bir takvim yürürlüğe koymuştu. (…) İlk savaş gününün akşamı gelip çattığında, Paris’in çeşitli bölgelerinde birbirinden bağımsız olarak, kulelerdeki saatlere nişan alındığı görüldü.” (W. Benjamin, Tarih Kavramı Üzerine)

AKP, sürekli kendisini plebisite üzerinden kuran bir yapıydı. Seçimlerde almış olduğu yenilgi, bu anlamda bir otorite ve hegemonya kaybı anlamına geliyor. Her krizi fırsata çevirmiş, -15 Temmuz da dahil- kendisine dönük hamleleri hep karşı hamlelerle bugüne kadar boşa çıkarmıştı. Ta ki 23 Haziran seçimine kadar.  31 Mart seçimlerinde kaybettiği İstanbul’da, yenilgiyi kabullenmeyişinin altında yatan şey, yine aynı stratejiyle İstanbul Belediyesi’ni  kazanacağını düşünüyor olmasıydı.  Ancak bu kez baltayı taşa vurdu. Doğru bir dönem okuması yapmadığı gibi daha önce savuşturduğu zorlu dönem ve dönemeçlerdeki taktiği, bugüne uyarlarak dönemler arasında düz bir analoji kurmaya çalıştı.

Bu seçimler bize neyi gösteriyor? AKP’nin kitleleri kapsayabilme yeteneği zayıfladı. Bu, aslında Gezi Ayaklanması ile başlayan -her ne kadar düşüş grafiğini tersine çeviren dönemsel çıkışları olsa da- bir süreçtir. Bir kutupta yoksulluk ve sefalet, diğer kutupta zenginlik ve sefahat çığlaşırken, AKP’nin sosyo-ekonomik, sosyo-politik, sosyo-kültürel hangi söylem ve pratiği kapsama alanınını ilelebet sürdürmesini sağlayabilirdi ki…

AKP, bugüne kadarki hiçbir iktidarın başaramadığı işçi-emekçi düşmanı düzenlemeleri yapabilmiş olması ve dindar-muhafazakar kesimler başta olmak üzere toplumun büyük bir çoğunluğunu uzunca bir dönem arkasında süreklemiş olmasıyla, emperyalist güçler ve tekelci burjuvazi için kullanışlı bir aktördü. Ancak burjuvazi, hiçbir zaman tek ata oynamak istemez. 2002 krizinin yaratmış olduğu büyük alt üst oluşun sonucu gelişen özel koşullar ve sonrasında ülkede, bölgede ve dünyada yaşananlar, AKP’yi alternatifsiz bıraktı. Rüzgarın tersine dönmüş olması ve AKP’nin siyasal İslamcı kimliği ile atmış olduğu kimi adımlar, kendi burjuvazisine alan açması, sermayenin el değiştirmesine dönük hamleleri ve aşırılıkları nedeniyle, artık bu alternatifsiz olma durumu, burjuvazi cephesinden ciddi bir handikaptı. ABD ve AB emperyalist güçleri ve TÜSİAD çevresi, İmamoğlu’nda bu handikabını aşma dinamiğini buldu.

Dönem, öyle veya böyle restorasyon dönemi

Önümüzdeki dönem, bir restorasyon süreci olacaktır. Bunun kimin eliyle, hangi hızda, nasıl yapılacağı ise burjuva kesimler/klikler (ve onların siyasal anlamdaki temsilcileri) arası güç ilişkileri ve mücadeleleri ile belirlenecektir. İmamoğlu’nun 800 binin üzerinde bir farkla almış olduğu İstanbul seçimleri, sadece bu güç mücadelesinde bir ilk vuruş, bir ön alma durumunu gösterir.

Gelinen noktada egemen güçler, İmamoğlu projesiyle bir restorasyon sürecini örgütleyebilir. İlerleyen zamanlarda İmamoğlu salt bir belediye başkanı olarak değil muhalefetin üzerinde uzlaştığı bir başkan adayı olarak öne çıkabilir. Ancak restorasyon sürecinin de düz ve tek yönlü bir okuması yapılamaz. İmamoğlu, kuşkusuz sermaye cephesinden bir seçenektir. Ama bu tek seçenek değildir. İmamoğlu kartı ile Tayyip iktidarının aşırılıklarının giderilmesi sonucu örgütlenecek bir restorasyon süreci de olabilir. Bunlar ihtimaller dahilindedir. Diğer yandan bölgesel durum -İdlip meselesinin önümüzdeki süreçte öne çıkacak olmasıyla Suriye meselesi, Doğu Akdeniz’de doğal gaz arama faaliyetlerinin yoğunlaşması ve Türkiye’nin dışında bırakılmasıyla oluşan gerilim vb vb.-, yine bölgesel durumla bağlantılı olarak yaşanmakta olan S-400 krizi ve derinleşen ekonomik kriz, hangi seçenek sözkonusu olursa olsun, restorasyon sürecinin hiç de öyle kolay olmayacağına işarettir.

Tekelci burjuvazi, yol arayışında. Daha önce güçlü iktidar vurgusu yapıp başkanlık sistemine işaret eden, dünyada havanın bu yönde olduğunu vurgulayan TÜSİAD, bir anda başımıza demokrasi savunucusu kesiliverdi! Kimse yanılmasın, TÜSİAD asıl olarak, kriz programının ve bölgede rejim krizinin yaratmış olduğu tehlikeli ve fırtınalı sulara göğüs gerebilecek bir yapıyı nasıl inşa edebilirizin derdine düşmüştür. Dün tekçi egemenlik biçiminin ifadesi olan başkanlık sistemine yol veren ve bunun, zamanın ruhu olduğunu söyleyen TÜSİAD, bugün başka telden çalıyor. Bu neyin işareti? Bu, işçi ve emekçilerin tek adam rejimi ile kapsama alanına alınamayacağının ve kriz programının, sopayla birlikte neoliberal kapsama stratejilerini de gerektiğinin TÜSİAD tarafından görüldüğünü gösteriyor. Tayyip, girmiş olduğu hattan dolayı bunu gerçekleştirebilir durmuyor. Bu yüzden alternatif arayışına girilmiş oldu. AKP ve onda temsil olan sermaye kliğinin bekası sorunu, sistemin beka sorununda bir açmaza dönüşünce bir ayar çekme ihtiyacı hasıl oldu. 31 Mart seçimleri sonrası TÜSİAD’ın Tayyip’le girmiş olduğu polemiğin bir yüzü de budur.

Ekrem İmamoğlu, hem uluslar arası sermayenin hem de Türkiye burjuvazisinin TÜSİAD’da simgeleşen bir kliğinin desteklediği bir figürdür. TÜSİAD’ın hemen seçimler sonrası yapmış olduğu demokrasi vurgusu ve ‘biz de üzerimize düşeni yapacağız’ tarzındaki söylemi, bunun açık göstergesi. Keza dış basında ,İstanbul seçimlerine ve İmamoğlu’nun zaferine geniş yer verilmesi de bunun bir sonucudur. Şu açıktır, dışarıda ve içeride burjuvazinin isterleri, Türkiye’yi dizayn edebilmek için, neoliberal sermaye birikim rejimindeki tıkanma ve krizi aşmak için güçlü bir merkezi otoriteye dayanan devlet yapısını -güçlü bir merkezi otorite ve bu anlamda başkanlık sistemi, tekelci burjuvazi için bugün “out” değil “in”dir- koruma yönündedir. Tayyip, başkanlık sistemini, kendi meşrebince oluşturarak, kendi iktidar alanını genişleterek ve arkasına aldığı burjuva kesimler lehine düzenlemeler yaparak ifrada vardırdı. Bu anlamda tekelci burjuvazi, başkanlık sisteminin Tayyip tandaslı aşırılıklarını törpüleyemeyi ve sistemi restore etmeyi önüne koymaktadır. Ve İstanbul seçim sonuçları, buna imkan oluşturmuştur.

Diğer yandan, bu seçimler şunu gösterdi; sistemin restorasyon hamlesi kiminle, nasıl yapılırsa yapılsın Kürtleri kapsamaksızın başarılı olamaz, dikiş tutmaz. Önümüzdeki süreçte Tayyip’in İmralı görüşmelerini sıklaştırması hiç de şaşırtıcı olmayacaktır. Plebisite üzerinden iktidarını sürdürmeyi hedeflediği koşullarda, başkanlık sisteminin ve ittifak politikasının gereği olarak, MHP ile  barajı aşamayacağını görmüştür. Diğer yandan yönetilebilir bir ülke için de bu hamleyi yapmak zorundadır. Değilse öyle ya da böyle aşılacaktır.

HDP, bu seçim ittifakıyla CHP’yi de bu potaya çekmiştir. İktidar olabilmek için Kürt halkının talep ve özlemlerini gözeten bir yerden politika yapmak zorunda olduğunu biliyor CHP. Kuşkusuz CHP, bir devlet partisidir ve devletinin bekasına dönük bir tehdit algısında tutumu bellidir. Faşist Türk devletinin kırmızı çizgileri konusunda oldukça hassastır. Ancak mevcut durumda, Kürt halkının taleplerine artık kayıtsız kalamaz. Soruna, kendisine dışsal bir meseleymiş gibi bakamaz. Devletin kırmızı çizgilerini koruyabilmek için bile Kürt sorununa dair söz oluşturmak zorundadır.

‘31 Mart seçimlerini kaybedersek başkanlık sistemi tartışmalı hale gelir’ demişti Bahçeli. Ve sistemin beka sorununu da buradan tesis etmişti. 31 Mart yenilgisi kuşkusuz bir şeydi. Ancak İstanbul’daki oy oranlarının birbirine yakın oluşu, Bahçeli’nin dediği anlamda bir rejim tartışmasına tam olarak kapı aralamıyordu. Kimse 31 Mart sonrası başkanlık sistemini referanduma götürmekten bahsetmemişti daha. Ama 23 Haziran hezimeti sonrası CHP, doğrudan bunu gündemleştirdi. İYİP,  HDP ve Saadet partisi de yeni bir anayasa yapılması talebiyle bunu tartışmaya açmış oldular. Bahçeli’nin ‘erken seçim yok’ tadındaki açıklamasına rağmen kazanlar kaynayacaktır. Hele de AKP içinden çıkacak yeni parti veya partiler sonrası bu daha da belirginlik kazanacaktır.

İstanbul seçimine yakın bir bakış

Seçimler konusunda tavır oluşturmayı her zaman ilkesel bir konu haline getiren bir sol gerçekliğimiz var. Böyle yaklaşanların, sorun ve süreçleri alabildiğine gerçeklik algısında bir çarpılmayla birlikte analiz ettiklerini söyleyebiliriz. Leninist bir boykot ve Leninist bir seçim taktiği yoktur! Lenin’in, her dönem somut koşulların ve öznel yönün analizi üzerinden belirlediği bir politik hat sözkonusu olmuştur. Lenin, seçimler konusunda bir mutlaklamaya gitmez. Bu anlamda kendimizi Lenin’le ifade edebileceğimiz bir durum değildir bu. Lenin’e şuradan bakabiliriz; süreçleri nereden okuyor, nasıl bir diyalektik ilişki kuruyor? Tam da buradan çıkış alarak, önümüzü görmemizi sağlayacak bir kavrayışa sahip olabilir, önümüze çıkan sorun ve süreçleri analiz edebiliriz. Hazır reçete arayışı kesinlikle ve kesinlikle bizi dogmatizme götürür. Diğer yandan Lenin’in her dönem için seçim taktiğinde evrensel olan yön ise bağımsız sınıf politikası geliştirmesidir. Bir burjuva kliğe yedeklenmemesidir. Bu, elbette burjuva klikler arası çelişki ve çatışmaları gözeten ve bunu derinleştirmek için okun sivri ucunu yönelteceğimiz kliği belirlemeyi ve seçim ajitasyon propagandamızı bu temelde geliştirmeyi yadsımaz. Onda tüm zamanlarda ve süreçlerde doğrultuyu oluşturan “tarihin akışını parçalama bilinci”dir. Türkiye Devrimci Hareketi’nde olmayan da budur!

Şunu görelim, sandığın meşruiyeti, İstanbul seçimlerinin iptali nedeniyle sorgulanır hale gelirken; 23 Haziran sonuçları meşruiyet krizini aştıran bir yerde durdu. Sandık demokrasisine emekçi kitlelerin iman tazelemesine vesile oldu. Liberal reformist sol ve ona eklemlenen devrimci demokratik kesimler de bu iman tazeleme sürecinin aktif bir parçası haline geldiler. Niceliksel olarak belki, İstanbul seçimlerinin İmamoğlu tarafından kazanılmasına çok büyük bir katkıları olmadı ama, CHP üzerinden solda düzeniçileşmeye doğru estirilen rüzgarın etki ve kapsama alanını genişletmede, cürümlerinden fazla yer kapladılar.

Biz, kuşkusuz seçimde, AKP-MHP-Ergenekoncu ittifağın yenilmesini istedik, isteriz. Ancak bu, diğer burjuva kliği tercih ettiğimiz, onun arkasına yazıldığımız anlamına gelmez. Faşist ittifak ve iktidarının yenilgisi, hiç kuşkusuz tüm toplum üzerinde ekonomik-siyasi-askeri anlamda oluşturmuş olduğu hegemonyasını sarsmıştır. Ve bu, hem toplumsal muhalefetin gelişmesi hem de kitlelerde yenilmezlik miti ile sarmalanan ve öğrenilmiş çaresizliği yeniden yeniden üreten zeminin parçalanması açısından önemlidir.

Mevcut durumda, dün nasılsa bugün de öyle konumlanacağını iddia eden, ezber konuşturan bir siyasi özne, -bir burjuva figür üzerinden kendisini ifade etmemiş de olsa- toplumsal muhalefete teğet geçmiş olur. Biz, İstanbul seçimlerinin bu şekilde sonuçlanmış olmasının sonucu olarak gelişecek fırsatları da tehlikeleri de düşünmeli, buna göre konumlanmalıyız.

Öte yandan, İmamoğlu’nun seçim zaferiyle özdeşleşmek ise bambaşka bir şeydir. ‘Demokasi ittifakı kazandı’, ‘demokrasi güçlerinin zaferi’ gibi söylemler reformistinden devrimci demokrat cenaha kadar birçok kesim tarafından dillendirildi, dillendiriliyor. Biz, asıl olarak bu kesimi uyarmak isteriz. Burjuva faşist devletin tüm aşırılıklarının gündem olduğu, ama devletin dayandığı sınıfla birlikte hiç gündemleşmediği, hedef olarak konmadığı bu seçimde kazanılmış olan zafer, hangi sınıfın zaferidir? TÜSİAD’la yan yana durmakta beis görmemek ne anlama gelir? Partili başkanlık sisteminin aşırılıklarının giderilmesi ve düzeltilmiş bir kapitalist sistem, düzeltilmiş bir burjuva devlet ve onun demokrasisi için mücadele etmeyi önüne koymaktan başka bir anlama gelmeyen seçim ittifakı ve sonrasındaki zafer sarhoşluğunu nasıl değerlendirmeliyiz?

HDP cephesinden, 31 Mart seçiminde faşizmi geriletmekte ifadesini bulan seçim taktiği, 23 Haziran’da, doğrudan İmamoğlu’na oy çağrısına, İmamoğlu’nun seçim taleplerinin olumlanmasına vb. dönüştü. HDP’nin seçim stratejisinin, taktik bir başarı getirdiğini söylemeyen yoktur. Eleştirel bir duruş içerisinde olsak da, Kürt hareketinin burjuva klikleri arası çelişkiyi değerlendirmeyi esas alan taktik anlayışını bir yere oturtabiliyoruz. Elbette, 23 Haziran seçim sürecinde, CHP’den çok İmamoğlucu olmayı bir kenara not ederek… Nitekim bu duruma karşı Abdullah Öcalan’ın da bir uyarısı oldu. Bir burjuva kliğe ve onun temsilcisi olan siyasi partiye angaje olma tarzı bir tutumun yanlış olacağı net bir biçimde ifade edildi. Bu uyarı seçim sürecinin yanısıra önümüzdeki süreci kesen bir eleştiri ve duruştur. HDP’nin seçim taktiğinden de cesaret alarak gizli CHP’liliği terkedip doğrudan İmamoğlu’nu destekleyen, onun için seçim kampanyaları düzenleyen reformist çevrelere ise hiçbir şey demiyoruz/diyemiyoruz. Bunlar, tarihin akışını parçalama iddiasında hiçbir zaman olmadılar. Ve bu politik duruşları ve “seçim zaferleri” sonrası çizdikleri hat ile de bunu teyit eder durumdadırlar. Öte yandan, HDP’nin faşizmi geriletme ittifakı stratejisi, TDH’nin üzerinde de vakum etkisi yapmıştır. Bu etki, seçimlere katılım ve CHP’yi destekleme biçiminde olmasa da politik duruşunu güçlü bir biçimde ortaya koyamama biçiminde yansıdı. HDP ve onun kapsama alanınında olan güçlerin belirlediği seçim stratejisi; boykotundan, sandığa gitmeme, burjuva kliklerin adaylarına oy vermeme çağrısı yapan devrimci çevrelere kadar tüm kesimler üzerinde bir basınç oluşturdu. Aktif bir seçim çalışması (boykot veya sandığa gitmeme çağrısı vb) yapmamak olsa olsa bu basıncın etkisi ile açıklanabilir. Ve ciddi anlamda yarın adına da bir tehlikeye işaret eder.

Her şeyin başı, “tarihin akışını parçalama bilinci”!

Şu an asıl meselemiz, faşist iktidarın saldırganlığı, baskı ve zoru değil bizim direnme, faşizme karşı örgütlenme ve harekete geçme kapasitemizin zayıflığıdır. Biz, bugün faşizme karşı yapılacak çok şeyi sıralayan olmayacağız. O çoklar içerisinde bir şeyi, ama mutlaka bir şeyi yapmayı önüne koyan olacağız. Bildiğimiz bir hikayedir: “Ne iş yaparsın” sorusuna genelde “her işi yaparım” sözüyle yanıt verilir. Bu, aslında, “hiçbir şeyi yapamam, elimden hiçbir iş gelmez” demenin bir başka ifadesidir. Bugün, süreç analizi ve kendi örgütsel durumu üzerinden öncelik sıralamasını oluşturmadan, her tarafa yumruk atabilecek bir gücü varmış gibi davranmak; her şeyden söz etmek, ama öncelik sıralaması yapmadığı, esas halkayı belirlemediği için hiçbir şeyden söz etmemek; tam da böylesi bir yaklaşımdır. Öte yandan biz, soldan bir söylem geliştirip topu taca atan da olmayacağız. Üzerimize düşen görevi başkalarına ya da mücadelenin başka alanlarına tevdi etmeyeceğiz. Hepimiz, bulunduğumuz yerde, mücadele alanında faşist devlete karşı devrimin güncelliğini iliklerimizde hissederek kavgayı yükselteceğiz. Bugünün Türkiyesi’nde, yaşanmakta olan siyasal-toplumsal-sınıfsal-ekonomik-kültürel krizin tam orta yerinde, hem ilmek ilmek dokurcasına örgütleneceğiz hem de bu örgütlenmenin ancak radikal devrimci bir çizgide ilerleyebileceğinin bilinci ile devrimci bir savaş örgütü olmanın gereklerine uygun olarak kendimizi inşa edecek, devrimci zorun örgütleyicisi olacağız.

AKP iktidarını, Türkiye’yi kaosa sürüklemekle itham eden ve yeniden demokrasinin tesisi için yeni anayasa önerilerinden, AB çizgisine dönülmesine, seçimlerde aldığı hezimetle birlikte AKP’nin belli bir esnemeye gideceğine dair beklenti ve umuda kadar tüm eğilim ve yaklaşımlar, tarihsel bir süreklilik halkası oluşturmayı hedefliyorlar. Oysa bize “tarihin akışını parçalama bilinci” gerekiyor.  Devrimciler tarihin akışını sağlamak gibi bir rol ve misyon yüklenmezler. Seçim öncesi ve sonrası İmamoğlu’na, rejimin aşırılıklarını giderecek bir figür olarak rol biçmek, kabul edelim veya etmeyelim tarihin akışını sürdürmeye takabül eder. Rejim krizini derinleştiren değil, belli reform talepleri ile rıza üretim mekanizmalarını yeniden restore edip varolanlarına yenilerini ekleyerek yumuşatmayı ve aştırmayı sağlayan bir süreç beklentisi içinde olmak, tarihin akışı sürgit devam etsin diye canhıraş uğraşmaktır. Oysa ezilenlerden yana bir seçeneğin inşası için, “tarihin sürekliliğini parçalayacak güçte” olmalıyız.

AKP faşist iktidarının hezimeti, kuşkusuz toplumsal muhalefet güçlerinde bir özgüven oluşturacaktır. Dünün silik ve sinik tavrında yer yer değişim yaşanması olasıdır. Burada kitlelerdeki her türlü kıpırdanışı mücadelenin bir manivelasına dönüştürmek elzemdir. Bugün, ekonomik krizin derinleştirdiği siyasal ve toplumsal krizi değerlendirmekte yaşadığımız tutukluğu devam ettirmek, ölümcül bir durum olur. Tüm duyargalarımız açık olmalı, sınıfsal/toplumsal kıpırtılarla temas noktalarımızı artırmalıyız.

Restorasyon süreci düz bir çizgide gelişmeyecektir. AKP, birçok noktada, kontragerilla taktiklerini de devreye sokarak ayak direyecektir. Kuşkusuz düne kadar kendisinde temsil olan, kendi eliyle semirtip büyüttüğü burjuva kliğin yanısıra, TÜSİAD sermayesinin ve uluslar arası tekelci sermayenin desteğini de arkasına almış olarak ilerliyordu. Bugün, uluslar arası tekelci burjuvazinin ve TÜSİAD’ın desteğinin koşullu olacağını ve bunların, AKP’yi -arkasına aldığı patronların hilafına- krize karşı yapısal düzenleme programı oluşturmaya ve uygulamaya zorlayacağını söyleyebiliriz. Diğer yandan, tıpkı 24 Ocak kararları gibi bu kriz programı da, toplumsal muhalefet ve emekçi kitleler üzerinde bir buldozer gibi geçmeyi gerektirecektir. Ekonomik terör anlamına gelecek bir kriz programı, siyasal ve askeri (devletin nizami güçleri ve bugüne kadar beslediği paramiliter güçleri eliyle) terör olmaksızın uygulanamaz. Ve elbette, bu, her alanda güçlü direnç noktalarını da oluşturacaktır. Faşist iktidar, baskı ve zor politikaları ve paramiliter güçlerini de devreye sokarak bu direnç noktalarını daha uç vermeden ezmeyi, varolan muhalefeti yok etmeyi ve olası patlama dinamiklerini bertaraf etmeyi hedefleyecektir. Bu, aynı zamanda, devrim-karşıdevrim diyalektiğinin işlemesini imkan dahiline sokar. Elbette bu, toplumsal muhalefetle, kriz sonucu konum kaybı yaşayan emekçi kitlelerle, yoksulluk ve sefaletin artık tahammül sınırlarını zorladığı kesimlerle devrimcilik iddiasında olan bizlerin buluşması, çakışmasıyla, onların yakıcılaşan ihtiyaç ve özlemlerini siyasal bir talebe dönüştürüp mücadeleyi yükseltmemizle ancak mümkün olacaktır.

Faşist devletin, toplu kıyımları da göze alarak gelişecek toplumsal muhalefet dinamiğini ezmeyi hedeflemesi olasıdır. Biz her ne olursa olsun böylesi bir altüst oluş sürecinde, varlık gösterebilmek için, en küçük ajitasyon propaganda ve örgütlenme faaliyetinden devrimci kitle şiddetinin önünü açacak bir silahlı mücadele çizgisine kadar, her türlü mücadele araç ve biçimini bir arada kullanabilmeliyiz.

“Bir insanın doğasındaki en özgün şey, genellikle en umutsuz olandır. O yüzden yeni sistemler dünyaya, var olanla yaşamanın acısına katlanamayanlar tarafından getirilir.” (Leonard Cohen) Devrimler, ortamın sütliman olduğu koşullarda olmaz. Savaşların, iç savaşların olduğu bir dünyada, baskı ve zorun, açlık ve sefaletin halkları boğduğu bir dünyada, başka bir dünya arayışı olarak ortaya çıkar. Yeni bir yaşam kurma istek ve ihtiyacını sağlayan tam da bu durumdur. Ve tam bugün, tarihin akışını parçalayabilme bilinci ve iddiası ile kendimizi inşa etmekten başka çaremiz yok!

Hevi Devrim