Kavgayı büyütecek, Kelebeklerimizin düşlerini gerçekleştireceğiz! – Hevi Devrim

624

25 Kasım Uluslararası Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele ve Dayanışma Günü vesilesiyle, Kadınların Birleşik Devrim Hareketi (KBDH), bileşenlerle süreç değerlendirmesi, kadın hareketinin gelişim sorun ve ihtiyaçları, birleşik mücadeleyi içeren bir röportaj serisi hazırladı. Bu kapsamda yer alan, Kadın Komünarlar temsilcisi Hevi Devrim’in röportajını sizlerle paylaşıyoruz.

1- 25 Kasım Uluslararası Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Günü yaklaşırken topyekun savaş hükümeti olarak örgütlenen AKP-MHP’nin 2023 yılı itibariyle artan şiddet politikalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Hevi Devrim: 2023 yılı faşist iktidar için oldukça zorlu bir yıl oldu. Seçimler bunun bir ayağını oluşturuyordu. Ancak hilelerle de olsa iktidarını korudu, karşı cepheyi paralize etti. Burjuva muhalefetin durumu ve toplumsal muhalefetin yenilgi psikolojisine kapılmış olması, kriz koşullarına rağmen faşist iktidarın elini rahatlattı. Öte yandan ekonomik krizin geldiği düzey, sermaye birikim rejimindeki tıkanmanın boyutları, dayandığı burjuva kliğe sermaye transferinin zorlaşması ciddi bir sıkışma oluşturdu. Toplumsal destek ve tabanındaki erime de onu zorlayan etmenlerden biri oldu. Geniş kesimlerde rıza üretme kapasitesinin daralması, onu kendi kitlesini ideo-kültürel çatışma ve çelişkilerle konsolide etme arayışına yöneltti. Yine 2023’ü kritik bir eşiğe dönüştüren diğer etmenler, Kürdistan’daki savaşın geldiği düzey; Türkiye’nin bölgesel bir güç olarak -dünya ve bölgedeki gelişmelerle birlikte-, önünde beliren tehlike ve fırsatlar; yayılmacı ve sömürgeci siyasetini derinleştirme arayışı vb.dir. AKP, genel hatlarıyla çizdiğimiz bu tabloyu, yeniden güç tahkimatını yapacak, burjuva-faşist devlete kendi damgasını vuracak şekilde karşıladı. Bu, Türkiye işçi sınıfı ve emekçiler, Kürtler, kadınlar, LGBTİ+lar, gençler ve tüm ezilenler için onun topyekun bir savaş hükümeti olarak konumlanması demekti.

Bu bağlamda “Türkiye yüzyılı” söylemi ile Cumhuriyetin ikinci yüzyılını karşılamasını, bir retorik olarak değil “topyekun bir savaş hükümeti” olarak konumlanan iktidarın vizyon belgesi olarak ele almak gerekir. Buradan hareketle çizilen yol haritasının esası şu: Ulusalcı-kemalist kodlarla şekillenen cumhuriyet, artık miadını doldurmuştur. İkinci yüzyılda, içeride islamcı-Türkçü dönüşüm geri dönülmez noktaya getirilecek; dışarıda ise bölgede emperyal bir güç olarak hedef yükseltilecektir. Seçime bu saikle, ideolojik-kültürel yarılmayı sağlayacak bir cepheleştirme siyaseti ile yürüdü. Bu siyasetin sivri okunu oluşturan ise Kürdistan’daki savaş üzerinden köpürtülen şovenizm ile aileyi koruma adı altında yürütülen kadın düşmanlığı ve LGBTİ+ karşıtlığı oldu. Bunlar, AKP-MHP iktidarının seçim öncesi ve -hile yoluyla kazandıkları- seçim sonrası, ırkçı, faşist, cinsiyetçi ve heteroseksist saldırılarını her cephede yoğunlaştıracaklarının ifadesiydi.

AKP seçimlerde, kadınları erkeğin kölesi olarak gören ve bunu propaganda eden YRP ile ittifak yaparak, kadın düşmanlığı konusunda daha pervasız olacağını ilan etmişti. Yine Hizbul-kontranın yasal parti hali olan HÜDAPAR’la ittifak yapması da Kürt düşmanlığında ve Kürdistan’daki savaşta, MHP ile birlikte girmiş oldukları rotayı çok daha derinleştireceğinin ifadesi oldu. Öte yandan o, bugüne kadar tekelci burjuvazinin çıkarlarını en iyi temsil eden iktidar olarak, seçim sonrasında krizin faturasını işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin sırtına bindirme konusunda da alabildiğine pervasız. İlan etmiş olduğu Orta Vadeli Programla emekçi sınıflara adeta savaş açmış durumda. Ve bu program doğrultusunda atacağı her adımda, emekçi sınıflarda oluşacak homurtuyu, eyleme dönüşecek öfkeyi baskılamayı; mevcut kuşatmaya rağmen eylem yapacak olanları dağıtmayı hedefliyor.

Kapitalist dünyada işçilerin, kadınların, LGBTİ+ların, gençlerin, tüm ezilenlerin hayatlarının her alanında, her anında şiddet vardır. Günümüz Türkiye’sinde, faşist AKP-MHP iktidarında ise bu, en pervasız haliyle yaşanmaktadır. Şiddet mi dediniz, yaşamın her anı, alanı şiddetin performans anı, alanıdır. Yoksulluktur bu şiddetin adı. Yoksul olanın payına, hele de kriz koşullarında ekonomik şiddetin en ağırı düşmektedir. Bu öyle bir şiddettir ki, kimi yerde ölümüne çalışmak zorunda kalırsın, ama yine de aç kalırsın. Borç harç içerisinde, ayı nasıl çıkaracağını kara kara düşünürsün. Çürük derme çatma binalarda yaşarken bir depremle birlikte hayat ışığın bir enkazın altında söner. Deprem en çok yoksulu vurur, en çok yoksulu öldürür. Enkazın başında sesini aldığın sevdiklerinin yardım çığlıklarına çıplak ellerinle çare olmaya çalışırsın. Belki de şiddetin en ağırıdır, enkazın altında kalan ölüsü ve dirisine ulaşamamak. Çadırıyla konteyneriyle yaşayacağın enkaz bir hayattır artık. Üç kuruşluk hayatlar yaşarken de ölürken de yaşanan şiddetin en yalın halidir yoksulluk ve yoksunluk melaneti.

Şiddet; başında bir çatının olmamasıdır, her geçen gün artan barınma krizidir. Bu yetmemiş gibi deprem bahanesiyle büyük bir mülksüzleştirme saldırısının yolunun döşenmesi (son çıkartılan kentsel dönüşüm yasası) ve varsa elindeki evin, yuva bildiğin yerin polis ve yıkım ekiplerinin zoruyla kentsel rant ve sermaye birikimine kurban edilmesidir. Yeni çıkan yasayla dün Okmeydanı Fetihtepe ve Tozkoparan’da yaşanan tablonun misliyle yaşanması, yoksul emekçilerin kent merkezlerinden sürülecek olmasıdır. Kentsel dönüşümle yerinden yurdundan edilmek, dayanıksız ve çürük binalarla bir depremde enkazın altında kalmaktır şiddet.

Şiddet; barınma krizini en derin yaşayan bir öğrenciysen mesela, güç bela bir KYK yurdunda balık istifi odalarda, sağlıksız koşullarda yer bulabildiysen kendine; birilerinin cebi dolsun diye denetlenmeyen, bozulduğunda tamir edilmeyen bir asansörde, tıpkı Zeren Ertaş gibi kasteden, taammüden işlenen bir cinayetle katledilmendir. Gençliğin geleceksizliğe mahkum edilmesi ve umutsuzluk girdabında ölüm ile yaşam sarkacında takılı kalmasıdır şiddet. Kimisi için artık bu hayatın anlamsızlığı, yaşamak denilen acıya katlanmanın zorlaşmasıyla, yurt binasının penceresinden boşluğa atılan adımdır şiddet.

Şiddet; kadınsan, aile denilen hapishanede müebbetlik bir yaşamdır. Duvarları yıkmak, parmaklıkları parçalamak, tel örgüleri aşmak için attığın her adımın karşısında payına düşendir şiddet. Ve bu şiddet, kendi bedenin, emeğin, kimliğin üzerinde hiçbir söz hakkın olmasın diye yaşamın tüm hücrelerine nüfuz etmiştir. Faşizmin karakteristik çizgilerinden biridir kadın düşmanlığı. Bu yüzden faşist iktidar, patriyarkal kapitalist sisteme itaati örgütlemekte şiddeti fütursuzca kullanır; patriyarkanın dimdik ayakta kalması için çırpınan erkeği (kadına şiddet de uygulasa, tacizci-tecavüzcü de olsa, kadın katili de olsa), polisi, yargısı, yasası, hapishanesi ile korur, kollar. Evde, işyerinde, sokakta, okulda her daim toplumsal cinsiyet rolleri içinde kalmanı sağlamaktır erkek/devlet şiddetinin hedefi. LGBTİ+ bir bireysen, varoluş mücadelen heteroseksizmi sarsıyor, aile kurumunun temel direklerini çatlatıyor diye, insan olmaktan gelen tüm haklarının gasp edilmesi, toplumsal gericilik birikimi hortlatılarak sana kendin olarak yaşama şansının bırakılmamasıdır şiddet.

Hele bir de Kürtsen, devlet-i aliye için beka sorunusundur ve şiddetin en alası ile karşılaşmaktır sana düşen. Bir halk, kendi kaderini belirlemek için ayağa kalktı diye, o halkı adeta bir canavarlar çağına ışınlamak, topyekun savaşa tutuşmaktır şiddet. Kuzey Kürdistan’daki savaş da yetmez, tüm parçalardaki Kürt kazanımlarını yok etmek için, Rojava’da ve Güney Kürdistan’da Kürt halkının, özgürlük savaşçılarının tepesine tepesine bombalar yağdırmakta, işgal saldırılarına her gün bir yenisini eklemektedir faşist iktidar. Kürt halkına dönük şiddetin bir de “halklaştırılması” sözkonusudur; Kürt düşmanlığını pompalayarak ırkçı-şoven güruhlarla, Kürt halkına dönük saldırı/şiddet, gündelik hayatın içerisinde her an, her dakika örgütlenir. Özgürlük isteyenin itaate zorlanması için her cepheden büyük bir taarruz geliştirilir. Bir halkın tepesine yağan bombaları, yok edilen hayatları dert etmeyen hatta her atılan bombada, her katledilen Kürt’te devletiyle bölünmez duygu ve ruh birliği içerisinde coşa gelen bir toplumsallığın adım adım örülmekte olmasıdır şiddet.

Direnen, sınıfsal ve toplumsal kurtuluş için kavgaya atılan herkes gözaltı, işkence, tutuklanma, ağır hapislik ve ölümle karşı karşıyadır. Bu konuda faşist rejimin el yükselttiğini ve devrimcilere karşı tüm araç ve kurumlarıyla topyekun bir savaş yürüttüğünü söyleyebiliriz. Burjuva-faşist devletin korunup kollanmasının en temel aracı olan şiddeti, diyebiliriz ki çok daha yoğunlaştırılmış şekilde örgütlemektedir faşist iktidar. Kısacası şiddetin her türlüsü, sınıf düşmanımız tarafından her gün, her saat, her an uygulanmaktadır. Bu anlamda şiddetin kol gezdiği bir ülkede/dünyada yaşıyoruz.

Faşizm, zor aygıtlarının bir bütün olarak sistematik bir şekilde öne çıkmasıdır. AKP-MHP iktidarı bugün bunun icracısı durumundadır. Yine faşizm, her yerde şef kültünü inşa ederek kendisini var eder. Erdoğan’da karakterize olan, tam da budur. Tekçi egemenlik biçimlerinin en rafine hali olarak faşizm, tüm gücün reiste toplanmasını hedefler. Zira kitlelerde koşulsuz itaati örgütleyecek bir düzlem, ancak bu şekilde tesis edilebilir. İşte bu nedenle faşist iktidar, yolu bir bütün olarak düzlemek için, mevcut anayasada kendileri için sürtünme oluşturan, kaldığı haliyle kuvvetler ayrılığının yarattığı sorunları da ortadan kaldırıp yürütme-yasama ve yargıyı tek elde (Saray’da) toplamayı sağlayacak yeni anayasanın hazırlıklarına başladı.

Anayasa, klasik tanımıyla toplumsal sözleşme olarak ifade edilir. Gerçekte ise sınıflar arası güç dengesinin hukuki karşılığıdır. Dünyada hiçbir yer yoktur ki yeni bir hukuk, yeni bir anayasa, kurucu şiddet olmaksızın oluşturulabilsin. Erdoğan iktidarının bugün, topyekun bir savaş hükümeti olarak konumlanması bundan bağımsız değildir. Tekçiliğine, tahayyül ettiği toplum-Türkiye modeline sığmayan tüm kesimlere; başta Kürt halkı ve kadınlar, LGBTİ+lar olmak üzere toplumsal muhalefetin her bir öznesine, emekçi sınıflara, ezilenlere karşı baskı ve zoru, çok daha fazla kullanacaktır. Çünkü yeni bir hukuk, faşist anayasanın Türkiye yüzyılı versiyonu, ancak baskı ve zor yoluyla sindirilmiş, itaat ettirilmiş bir toplumsal gerçekliği ön gerektirir.

Önümüzdeki süreç derinleşen ekonomik kriz, büyük bir toplumsal yarılma ve sömürgeci savaşın daha da büyümesi ile devam edecek. Türkiye’de, ekonomik, siyasi, toplumsal her cepheden yaşanan krizin sonucu olarak bir ara dönemin, bir arafın içerisindeyiz. Organik kriz, kitlelerde değişim dönüşüm isteğini tetikler. Ancak bir şartla, devrimci bir öznenin varlığı ve o öznenin öncü çıkışları örgütlemesi sözkonusu olduğunda. Bugün devrimci hareket, şayet kendisini sistem karşıtı bir odak olarak kitleler nezdinde var edemezse, organik kriz koşullarında yaşanacak olan, faşist hareketlerin, siyasal islamla bulaşık faşist dalganın yükselişi olacaktır. Faşizmin cephaneliğini oluşturan tüm gerici akımlar, toplumsal çürüme ve yozlaşmanın tüm tezahürleri, devrimci çıkışın örgütlenemediği böylesi dönemlerde açığa çıkar.

Şunu görmemiz gerekiyor, açlar ve boş tencereler, her zaman için devrim dalgasını yükseltmez. Hatta çoğunlukla, eğer devrimci bir öncü yoksa sözkonusu olan tersi olur. Faşist iktidarlar –ki AKP bu konuda en mahir olandır- sınıfsal çelişki ve karşıtlığı perdeleyip kitlelerin öfkesini rotasından saptıracak birçok gündemi kullanır. Ulusal, etnik, dinsel, kültürel çelişki ve kutuplaşmanın artması, işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin bu temelde konumlanması gibi. Türkiye özgülünde bölgeyi dizayn eden, oyun kurucu vb büyük devlet miti de emekçi sınıflardaki yanlış bilinci koşullayan bir başka etken. Buralardan beslenen ve buraları kaşıyan faşist bir yapı sözkonusu ve bizim bu durumla cepheden karşı karşıya gelmemiz gerekiyor.

O halde nasıl konumlanacağız?

Öncelikle, sömürgeci savaş ve bu savaşla kendisini özdeşleştiren (açlık ve sefaletini bile unutacak kadar) kitle gerçekliğini görmek durumundayız. Bu, Türkiye ayağının şovenizm zehri ile nasıl sersemletildiğinin göstergesidir. Ve bize düşen, sömürgecilikle kurulan bu köklü bağı sarsacak bir siyasal hat oluşturmaktır. Türkiye’nin yayılmacılığına, Suriye iç savaşını körüklemenin yanı sıra, Suriye ve Rojava topraklarını işgal etmesine ve böylece milyonlarca insanın yerinden yurdundan olmasına hiç ses çıkarmayıp mülteci düşmanlığı yapacak, Türkiye’deki Suriyelilere karşı pogrom düzenleyecek kadar kendi davasına yabancılaşmış bir sınıfla ve çürümüş bir toplumla karşı karşıyayız. Ve bu toplumla kavga etmeden Türkiye devrimini büyütebilme şansımız bulunmuyor. Aynı günlerde kendi ülkesi, Rojava halkına sivil-asker demeden bomba yağdırır, tüm altyapı-üstyapı kurumlarını hedeflerken sesini çıkarmayan, ama yerleşimci-sömürgeci İsrail’in Filistin halkına uyguladığı soykırımı görebilecek kadar iki yüzlü bir toplumsal gerçeklikle karşı karşıyayız. Kendi İsrail’ini ve TC sınırları içindeki (ve dışındaki) Filistin’i görmeyen emekçi sınıfların devrimci bir dinamik oluşturması sözkonusu dahi olamaz. Akıntıya karşı kürek çekecek bir mücadele hattı oluşturamadığımızda ve faşist iktidar tarafından daha da keskinleştirilen ırkçı-faşist yarılmayı aştıracak sınıfsal bir yarılmayı yaratamadığımızda, yani bu toplumu, toplumsallığı yıkamadığımızda (ekonomik talepler vb ile bu olmaz) Türkiye toplumu çürüyecek ve Türkiye de devrim coğrafyası olmaktan çıkacaktır.

Faşist iktidarla cepheleşmenin yanı sıra mevcut toplumsallığı yıkma zorunluluğumuzun bir diğer ayağını da kadın ve LGBTİ+ düşmanlığı oluşturmaktadır. Faşist iktidar tarafından aile kurumunun sarsılmazlığı için cansiperane bir savaşım verildi. Şimdi ise AKP, siyasal islamcı karakterinin gereği olarak ajandasında yer verdiği aile ve kadın gündemi üzerinden ilerlemeyi önüne koymuş durumda. Aile kurumunun sarsılmazlığı için verdikleri bu mücadele elbette salt siyasal islamcı karakterinden, ideo-kültürel çatışma eksenini kanırtmak istemesinden kaynaklanmıyor. Çünkü ailenin sarsılmazlığı, emeğin yeniden üretim sürecinde kadının (aile dolayımıyla) oynadığı rol nedeniyle, sermaye birikim süreci için de elzem. Yanlış anlaşılmasın, aile kurumu, patriyarka, hangi burjuva klik iktidarda olursa olsun vazgeçilmezdir. Kadının görünmeyen emeği, burjuva-faşist tüm klikler için tartışılmaz bir şekilde gereklidir ve bunu garanti edecek şekilde konumlanacaklardır. Ancak dinci faşist iktidar, çok daha açık olan cinsiyetçi ve heteroseksist karakteriyle, adeta Damızlık Kızın Öyküsü’ndeki teokratik ve faşist Gilead devletini, gelecek projeksiyonu olarak önümüze koymuş durumda. Eğer kadının sadece erkekle tanımlı olduğu; ekonomik, siyasal ve toplumsal tüm alanlarda git gide silikleştirildiği bir dünyada yaşamak istemiyorsak, ırkçı, faşist, cinsiyetçi ve heteroseksit AKP-MHP iktidarına karşı alarm zillerini çalmamız ve mücadeleyi büyütmemiz gerekiyor. Patriyarkal kapitalist sistem ayakta durdukça biz kadınlar için eşit ve özgür bir dünya sözkonusu olmayacak. Bugün siyasal mücadelemizin eksenine faşist iktidarı yerleştirirken, sistem içi çözümler, kısmi reformlarla kölelik zincirlerimizi hafifletmeyi değil bir bütün olarak sistemi hedefleyeceğiz.

2- Erkek devlet terörüne karşı kadın hareketleri açısından nasıl bir direniş ve dayanışma örgütlendi?

Hevi Devrim: Sorunuzu son bir yıl içerisinde verilen mücadelenin aynasında kadın hareketinin güçlü ve zayıf yanlarına değinerek yanıtlamak, buradan hareketle önümüzdeki süreci nasıl karşılabileceğimizi tartışmak istiyorum.

Erkek/devlet şiddetinin artmasını iki yönlü okumamız gerekiyor. İlki AKP/MHP iktidarının, toplumsal gericilik kodlarını harekete geçirmiş olması, kadınlara dönük artan baskı, yasak ve hak gasplarının bir sonucu olarak gelişen şiddet. Genellikle faşist iktidarın teşhiri ile buluşan bir eksen üzerinden gündemleştirilen bu oluyor. AKP iktidarı ile birlikte artan erkek şiddeti, bu bağlamda mercek altına alınıyor. Faşizm sözkonusuysa elbette, kadını rejimin sınır çizgilerine hapsetmek için hem bireysel hem de kurumsal şiddetin ve saldırının her türlüsü vardır. Bunu faşist iktidarın alamet-i farikası olarak teşhir edebiliriz, etmeliyiz de. Ama sadece bu mu? Eğer böylesi tek yönlü bir okuma yaparsak, niyetimiz bu olmasa da kadını, “mağduriyeti” üzerinden tanımlamış oluruz. Kadın hareketinin bir kesimi AKP teşhiri adına sık sık bu hataya düşüyor. Oysa kadınlar, 2000 sonrası kapitalist üretim ilişkilerinin geldiği düzey ve yaşanan toplumsal dönüşümle birlikte, artık mevcut toplumsal cinsiyet rollerinin kabına sığmıyor. İletişim ve haberleşme ağının bu kadar geliştiği, kadınların karşılıklı etkileşim ve deneyim aktarımlarının arttığı koşullarda, toplumsal cinsiyet rejiminin sınırlarını zorlayan isyan ve çıkışların yaşanması, eşyanın tabiatı gereğidir. Bir köle, bir kez başını kaldırıp ufuk çizgisine baktığında, artık hiçbir pranga onu eskiden olduğu gibi çalışmaya koşamaz. İlla ki o köle bir kez daha göğün mavisiyle buluşmak için başını kaldırır, illa ki sınırsız ve prangasız bir hayat için arayışa girer, ülkenin veya dünyanın bir başka yerinde verilen mücadelelerden öğrenir, kendisine yol açar. Daha önce bir doğa yasası gibi kabul ettiği birçok uygulamayı sorgular, itiraz eder, başkaldırır. Kadınlar için, son yirmi yıldır, çok daha yoğunlaşmış olarak yaşanan budur. Bu baş kaldırma, makbul ve makul kadın sınırlarını aşma pratiği, elbette patriyarkal kapitalist sistemin sınır çizgilerine çarpıyor. Bunun adı da artan erkek/devlet şiddeti oluyor.

En nihayetinde burada nasıl tanımlarsak tanımlayalım, geldiğimiz yer aynı; kadın katlediliyor, taciz-tecavüz saldırısına uğruyor, şiddet görüyor. Ama bir farkla, birinde mağduriyet ilişkisi içinde tanımlanıyor; diğerinde ise belki henüz cins bilinci ile tam kuşanmamış olsa da artık bedeni, emeği, kimliği üzerinde başka bir kişi veya gücün tahakkümünü istemeyen, buna itiraz eden, itaat etmeyen bir faillik içinde. Faillik, burada kadın özgürlük savaşçısına dönüşmenin, devrimci bir özne olarak var olmanın dinamiklerini de barındırır. İlkin bireysel bir çıkış olarak gelişse de kadın yoldaşlığı ile bu çıkış çoğullaşıyor, güçleniyor. İşte burada, kendi hayatını geri almak için harekete geçen, fail olan kadını tartıştığımızda, faillikten cins mücadelesini toplumsal kurtuluş mücadelesinin bir parçası olarak örgütlemeye, yani devrimci özne olmaya doğru bir yol uzandığını da görmüş oluruz. Bu anlamda, itiraz eden, itaat etmeyen her kadın, potansiyel bir kadın özgürlük savaşçısıdır, elbette biz değebilir, biz örgütleyebilirsek… Bu bakış açısı, her öz savunmasını gerçekleştiren, her erkek şiddetine karşı ses yükselten, her aile kurumunun duvarlarını döven, temellerini sarsan, her itiraz eden, itaat etmeyen… kadını potansiyel bir kadın özgürlük savaşçısı olarak görebilmemizi ve öyle ilişkilenmemizi sağlar. Bu, aynı zamanda kadın hareketinin gelişme potansiyelini kavramamızı da sağlayacaktır.

Kadın hareketi, toplumsal muhalefetin en diri ve dinamik kesimi olarak, sokakları olağanüstü hal döneminde bile terk etmedi. Faşist iktidarın kadın düşmanı yasa ve uygulamalarını, uzunca bir süre bloke etti, sokakta yükselen sesin tüm evlerde yankılanmasını sağladı. Faşist iktidarın kitle tabanına kadar sirayet edebilen bir ses oldu. Bu yönüyle kadın hareketinin yapıp ettikleri, asla göz ardı edilemez. Öte yandan şu da bir gerçek ki, mücadele hattını daha ileriden kuramadığınızda, var olan hakların savunulması eşiğini aşamadığınızda, toplumsal gericilik birikimini de arkasına alan faşist iktidarın geliştirdiği saldırı dalgasını, bir bütün olarak püskürtmeniz mümkün olmuyor. Bunu İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme de dahil peş peşe gelen saldırılar üzerinden söyleyebiliriz. Diğer yandan şu da bir gerçek, karşımızdaki topyekun bir savaş hükümeti ve verilmesi gereken mücadele de topyekun bir direniş hattını ön gerektiriyor. Kürt halkının direnişi de, 6284 sayılı yasanın kaldırılmasına, nafaka hakkının gasp edilmesine vb. karşı kadın hareketinin verdiği mücadele de, gençliğin geleceksizlik girdabına karşı yükselttiği ses de, işçi sınıfı ve emekçiler cephesinde henüz küçük küçük direnişler olarak seyreden “ekmek kavgası” da aynı potada buluşmak zorunda. Kadın hareketi, bugüne kadar önemli bir direniş sergilemiş olsa da, bu direniş hattı, önümüzdeki süreci karşılamaya yetmez. Çünkü karşımızdaki düşman, “Türkiye yüzyılı” vizyonuyla her cepheden topyekun saldırı durumuna geçmiş durumda. Onu ancak birleşik ve güçlü bir antifaşist mücadele hattı oluşturarak durdurabiliriz. Hedef tahtasında olanların, tek tek kendi mecralarında yürütecekleri bir mücadeleyle, faşizmi yıkmamız mümkün olmaz. (Elbette özgün gündemler ve eylemler de olacaktır, ancak bunlar da birleşik antifaşist mücadeleyi büyüten bir yerde durmalıdır.) Şimdi önümüzde herkesi kesen bir gündem var; yeni anayasa. Birleşik ve güçlü bir antifaşist mücadele yürütmemizin imkan ve koşulları, bu gündem dolayısıyla daha da artmış durumda. Bu anayasa ile işçi ve emekçiler, Kürtler, kadın ve LGBTİ+lar, Aleviler, gençler, tüm ezilenler hedef tahtasında olacak. Herkesin payına özgürlük yoksunluğunun katmerlisi düşecek.

Çok açık ki bu anayasayı faşist iktidar, Kürt ve kadın düşmanlığı, LGBTİ+ karşıtlığı üzerine oturtacak. O halde ön cepheyi Kürt halkının özgürlük mücadelesi ve şovenizme karşı yürüteceğimiz mücadele ile aileyi koruma adı altında başlatılan saldırı dalgasına karşı cinsiyetçilik ve heteroseksizme karşı kadın hareketinin vereceği mücadele oluşturacaktır. Düşmanımız, ideo-kültürel çatışma eksenini hakim kılarak geniş bir işçi ve emekçi kesimini, aile kurumunu koruma adı altında saflaştıracak, Kürt düşmanlığıyla kendisine asker yazmayı hedefleyecektir. Bu saflaşmayı dağıtacak bir antifaşist mücadele hattı örmeliyiz.

Kadın mücadelesini, kimlik mücadelesi diye yaftalamak ve sınıf mücadelesini silikleştirdiği veya zayıflattığı savıyla yaklaşmak; dün de doğru değildi ama bugün, doğrudan sınıf mücadelesinin konusu olması gereken anayasa gündemi üzerinden hiç değil. Öncelikle şunu görmeliyiz; cins çelişkisinin daha en baştan sınıfsal bir niteliği var. Bunu yok saymak, kadını ilk ezilen (ve sömürülen) ‘sınıf’ olarak görmemektir. Toplumsal işbölümünden köklenen özel mülkiyetçi dünyayı kavrayamamaktır. Oysa Marks, özel mülkiyetle işbölümünü kimi zaman birbirinin karşılığı olarak kullanır. Kadın-erkek arasındaki toplumsal işbölümü (ve bunun ardı sıra gelen aile) ile birlikte gelişen özel mülkiyet dünyasını doğru çözümlediğimizde, kadın mücadelesinin sınıfsal temelini görür ve buradan yaklaşırız. Diğer yandan kadın hareketinin feminist damarı da bu diyalektiği görmeli ve kadın mücadelesini, sınıf mücadelesinin bir cephesi olarak ele almalıdır. Bu, kadın hareketinin sınıfsal/toplumsal diğer mücadele cepheleriyle etkileşimini artıracak, birleşik antifaşist mücadele hattının kadın ayağını güçlendirecektir.

3– Önümüzdeki dönemde KBDH bileşeni olarak kadınların birleşik devrim mücadelesini yükseltme hedefleriniz nedir? Kadın hareketlerine ve ezilen cinsel kimliklere çağrınız nedir?

Hevi Devrim: Kadınlar kendilerine biçilen hayata da toplumsal cinsiyet rollerine de itiraz ediyorlar. Adeta bir cins kırımı olarak yaşanan şiddet ve katliamlara rağmen, güçlü bir özgürlük arayışı var. İran’da gördük, hiçbir baskı ve zor aygıtı, hiçbir yasak, hiçbir şiddet, ucunda ölüm dahi olsa kadınların özgürce yaşama isteklerini, kendi kararlarını verme ve hayat çizgilerini belirleme istem ve arzularını engelleyemiyor. Kadınlar, artık kendi hayatlarını istiyorlar. İşte kadın hareketi, bu dinamiğe gündelik hayatın içerisinde politika üreterek karşılık veriyor. Bu önemli ve asla küçümsenmemeli. Kadınlara değiyor, arayışlarına yön veriyor. Öte yandan kadın hareketinin, faşizmi yıkma ve devrime yürüme iddiasının olmayışı da onun en büyük açmazı. Bunu tespit etmeliyiz. Ancak tespitle yetinemeyiz. Hareketin bu zayıflığını, içeriden etkin bir müdahale geliştirerek aşmalıyız. Fiili meşru alanda kadın hareketine içeriden etkide bulunarak militan ve antifaşist bir cepheleşmeyi sağlamak, yeni anayasanın ve medeni kanunun tartışmaya açıldığı bir dönemde birinci önceliğimiz olmalıdır. Kadın mücadelesi yoğun emek ve güçlü bir kadın yoldaşlaşması üzerinden gelişebilir. Emekçi kadın kitlelerini, onların hayatlarına dokunarak, cins ve sınıf bilinci temelinde adım adım örgütleyerek devrim mücadelesine kazanabiliriz.

Daha önce de vurguladık, kadınlar artık aile ve toplumsal cinsiyet rolleri cenderesine sığmayan talep ve özlemleri ile başkaldırıyorlar. Bu özgürlük arayışı, her evde artan erkek şiddeti ile karşılaşıyor. Bu anlamda her ev, bir “iç savaş mahalli” olmuş durumda. Bizim görevimiz, her evde yaşanan “iç savaş”ı toplumsallaştırarak, patriyarkal kapitalist sisteme yöneltmektir. Kadınların öz savunma direnişlerini, öncü çıkışlarla da buluşturarak kadın özgürlük mücadelesini yükselteceğiz. Patriyarkal kapitalist sistemin dayandığı aileyi, sömürü çarkının ve ezme-ezilme ilişkilerinin dayandığı özel mülkiyeti ve yine bu zeminde yükselen burjuva-faşist devleti hedef alan bütünlüklü bir mücadele hattıyla ilerleyeceğiz. Sözümüze de eylemimize de bu bütünlük yön verecek.

İran’daki Jina Amini ayaklanmasından sonra kadın özgürlük mücadelesinin evrenselleşen, her dilde, her renkte kendi ifadesini bulup çoğullaşan Jin, Jiyan, Azadi sloganını, faşizme ve erkek egemenliğine karşı, birleşik devrim mücadelemizin şiarı olarak yükselteceğiz.

Biz kadınlar, patriyarkanın bize biçtiği roller ve faşist devletin sınır çizgileri tarafından hayatlarımız belirlensin istemiyorsak, özgürlük arayışımızı devrim mücadelesine bağlamak zorundayız. Tek ihtiyacımız; sınıfsız, sömürüsüz, sınırsız, cins ayrımsız özgür bir dünyayı, bizim için erişilmez bir ütopya olmaktan çıkaracak; yürürken özgürleşeceğimiz bir mücadeledir.

Biz, kendimize ait bir oda ile yetinmeyen, dünyayı isteyen kadınlarız; geceleri ve gündüzleri, günü ve geleceği istiyoruz. 25 Kasım’a doğru yürürken, günü ve geleceğini istediği için katledilen Mirabellerin ve bu toprakların Kelebekleri Cerenlerin, Berçemlerin, Sevdaların, Delallerin… devrim patikasında bıraktıkları izlerin takipçisi olacağız.